İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Azınlık vakıfları dinamit mi?

Yeni vakıflar yasasıyla, azınlıkları ve azınlıklara ait değerleri butik çokkültürcülüğü içinde görmekten, onları bu toplumun asli unsurları olarak görmeye geçiş sağlanacak

MEHMET ALİ GÖKAÇTI

TBMM’de bugünlerde görüşülen yasa tasarılarının arasında yeni vakıflar yasası da yer alıyor. Söz konusu tasarı getirmekte olduğu yeni düzenlemeler dolayısıyla daha şimdiden bir hayli toz kaldırmışa benziyor. Yasa tasarısının Türkiye’deki azınlıklara ait vakıflar ve bu vakıfların mallarına yönelik hükümleri, bazı çevrelerde bir hayli rahatsızlık yaratmış durumda.

Bu rahatsızlığın sonucu olarak da, yine bu çevreler tarafından nasıl bir tehdit altında bulunduğumuza yönelik olarak çeşitli fikirler ileri sürülüyor. Aslında ileri sürülen itirazlara bakıldığında kafaların karışık olduğu da gözlerden kaçmıyor. Kimileri tasarı yasalaşırsa azınlıklara mallarının iade edileceğini söylüyor, kimileri ise yeni mallar edinmelerine imkan sağlanarak bu vakıfların çok büyük bir siyasal güç haline geleceğini söylüyor. Kimileri ise işin boyutlarını daha da ileri taşıyarak bu tasarının dinamit lokumu gibi olduğundan bahisle, yasalaşması halinde Fatih Camii ile Ayasofya’nın bile elimizden çıkacağını söylüyor. Bu arada yapılan yorum ve değerlendirmelerde konunun muhatabı olan kesimin kimi zaman azınlık, kimi zamansa yabancı olarak tanımlanması durumun sadece bir kafa karışıklığından ibaret olmadığını, çok daha kapsamlı bir problemin var olduğunu da gösteriyor

Bugüne kadar ne oldu?

Ağırlıklı olarak ulusalcı çevrelerin başlattığı bu kampanyanın, konunun hassasiyetine binaen farklı kesimleri de etkisi altına aldığı ve zihinlerde acabaların oluşmasına yol açtığı görülüyor. Aslında ne oluyor sorusunun cevabını arayanların öncelikle biraz geriye gidip geçmişte ne olmuştu demeleri gerekiyor. O zaman bugün yapmaya çalıştığımız yasal düzenlemeler ile telafi etmeye çalıştığımız sorunların neden ve nasıl doğduğu ve günümüze ne tür yansımalar yaptığı da görülecek.

Sorunun başlangıcı olarak ilk elden 1936 tarihine bakmamız gerekiyor. 1935’te çıkarılan 2762 sayılı yasa uyarınca vakıflardan ellerindeki mal ve mülklerine yönelik olarak beyanname vermeleri istenir. Kimi yorumcuların değerlendirmelerine göre, bu kararın alınmasında Atatürk’ün artık ilerleyen hastalığını fırsat bilen milliyetçi çevrelerin parmağı vardır. Kimilerine göre ise Atatürk ülkedeki yabancıların varlığından rahatsız olduğu için böyle bir girişimde bulunulur. Kimilerine göreyse bu girişimden beklenen fayda, Truva Atı konumundaki azınlıkların bir şekilde tasfiyesi ve ülkenin Türkleştirilmesi yönünde adım atılmasıdır.

1936’ya gelindiğinde vakıflardan yeni yasa hükmünce ellerindeki mal ve mülklerin bir dökümünü vermeleri istenir. Yasanın kabulüyle birlikte azınlık vakıflarının gayrimenkul edinmeleri gerek uygulamada, gerekse yargı nezdinde kabul edilmiş olur. Aslında soruna daha yakından bakıldığında o tarihteki işlemin azınlık vakıflarından ziyade Müslüman vakıflarına yönelik olduğu görülecektir. Osmanlı’dan beri süregelen ve doğası gereği bünyesinde merkezkaç güçleri barındıran bir sosyal sistemin tasfiyesi ve onun yerine merkezi devletin denetimindeki yeni bir sistemin oturtulması mücadelesi söz konusudur. Azınlık vakıfları o günlerin koşullarında, doğruyu söylemek gerekirse, fazla bir önem arz etmiyordu…

1974 kırılma noktası

Ancak 60’lı yıllardan iitbaren hız kazanan Kıbrıs olayları ve Batı Trakya’da yaşananların doğurduğu infial ilk başta düşünülmemiş farklı bir değerlendirmenin yapılmasını ve uygulamaya konmasını göndeme getirdi. 1974 yılında Yargıtay Hukuk Genel Kurulu aldığı bir kararla 1936’da azınlık vakıflarının verdiği beyannameleri vakfiye olarak kabul edip bu vakfiyelerde mal iktisabı hakkında açık bir hüküm bulunmadığı hükmüne vardı. Ve söz konusu vakıfların yeni mal edinemeyeceklerine karar verdi. Buradan hareketle bu vakıfların 1936’dan sonra elde etttikleri mallara da dava açılmak suretiyle el konulmaya başlandı.

Böylece yüzyılın ilk çeyreğinde tehcir ve nüfus mübadelesi ile başlayan sonrasında Trakya olayları, Varlık Vergisi, 6-7 Eylül olayları ile devam eden sürecin yeni bir aşamasına gelinmiş oldu. O da, öteki olarak değerlendirilen ve resmi adı azınlık olsa da, her zaman için yabancı olarak telakki edilen unsurlardan bir an önce kurtulmaktı. Bir başka deyişle mümkün olduğunca homojenleşmiş ulusal bir yapının inşa edilmesi ve bu sürecin önündeki engellerin tasfiye edilmesiydi.

AB süreci gidişi tersine çeviriyor

Ancak 2002 yılında AB süreci doğrultusunda başlayan demokratikleşme çabaları bu gidişatın yönünü değiştirdi. Yapılan yasal düzenlemeler neticesinde mevcut durumun aksaklıkları kısmen de olsa düzeltilerek, belirgin bir iyileştirme sağlandı. Bu bağlamda azınlık vakıflarına da mal edinme ve bu mallar üzerinde tasarruf hakkı tanındı. Ancak kimi vakıf mallarının üçüncü ellere geçmiş olmasından dolayı nasıl bir uygulamaya gidileceği ve bu sorunun nasıl halledileceği ise şimdilik cevabı olmayan sorular arasında kaldı.

Ancak tüm sorunlara ve zorluklara rağmen yıllardır süregelen bir yanlıştan dönülmesi yönünde irade beyanı ortaya konmuş oldu. Bunu sağlayan da hiç şüphesiz ki, AB üyelik süreciydi. Ne var ki, bu durum kimi çevrelerde zaten oldum olası kuşku ile baktıkları AB konusunda daha da kuşkucu, hatta AB karşıtı bir duruş sergilemelerine yol açtı. Bu çevrelerin değerlendirmelerine göre, AB, bizden bu tarz vakıflara yönelik olarak daha önce olmayan bir takım hakları tanımamızı isteyerek, milli bütünlüğümüze halel getirecek uygulamaların yolunu açıyordu. Dolayısıyla da buna karşı çıkılmalıydı.

Acaba gelişmeler söylendiği gibi mi oluyordu? Yoksa AB üyelik süreci ile başlayan gelişmeler Türkiye’nin bugüne değin sürdürmekte olduğu hukuka ve insan haklarına aykırı uygulamalara son vererek daha demokratik bir sürecin yolunu mu açıyordu? Ve daha da önemlisi bugüne değin sürdürülen ve belki de son aşamasına vardığı düşünülen, homojen bir ulusal yapı oluşturma çabalarının sekteye uğraması anlamına mı geliyordu bütün bunlar? Bir başka deyişle bugüne değin uygulanan yabancı unsurlardan kurtulma ve Türkleştirme politikalarının tersi istikamete doğru çevrilmesi mi söz konusuydu? Muhtemelen bunların hepsi geçerli olsa gerektir.

Ama bütün bunlardan daha da önemlisi, yapılacak düzenlemelerle azınlıkları ve azınlıklara ait değerleri butik çokkültürcülüğü içinde görmekten, onları bu toplumun asli unsurları olarak görmeye geçiş sağlanacaktır. Bunun anlamı da azınlıkların kıyıda tutulmaktan vazgeçilmesi ve ulus içinde farklı kimlikleriyle bütünün esas unsurlarından biri sayılmaları olacaktır. Bir başka deyişle hukuk aleminde yok sayılmaktan, hukukun üstünlüğüne geçişin önemli bir adımı olacaktır bütün bu çabalar. Dolayısıyla da, insan hak ve özgürlüklerini esas alan demokratik ve çağdaş bir Türkiye’nin işareti de olacaktır tüm bunlar. Kimilerinin gözüne dinamit gibi görünse de.

Yorumlar kapatıldı.