İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Göç, aşk, azınlık, yoksulluk…

Polisiye kitaplarıyla tanınan Esmahan Aykol, bu kez aşkı anlatıyor. ‘Savrulanlar’, Ermeni Techiri’nin de işin içine girdiği bir unutma hikâyesi

NAZAN ÖZCAN

Aslında bir Kati Hirşel polisiyesi daha bekliyorduk Esmahan Aykol’dan. Ne de olsa Kati’nin komikliğini, zekasını ve kadın bakış açısını pek sevmiştik. Ama yeni kitabı Savrulanlar’ın polisiye olmamasını tercih etmiş Aykol. Cinayetlerden uzaklaşmış, kişisel acılara bakmayı tercih etmiş bu kez. Aşk acısından kurtulmak ve unutmak için İstanbul’dan Londra’ya giden Ece, hem kendisiyle hem de Ermeni Techiri’ne uğramış sadekâr dedesinin geçmişiyle hesaplaşıyor. Unutmak için gittiği yerde, daha çok hatırlıyor. Bir taraftan hatırlarken siyasi nedenlerle iltica edenlerin, daha iyi bir hayat için göç edenlerin korkunç yoksulluk ve ayrımcılık dolu hayatlarını görüyor. Siz de Ece’ye birlikte 1900’lerin başından 2000’lere kadar, insan acısının nasıl da hiç değişmediğini görüyorsunuz…

Önceki iki romanınız polisiyeydi; Savrulanlar’da ise farklı bir türü deniyorsunuz…

Ben kendimi polisiye yazarı olarak değil, hep yazar olarak gördüm. Yazıyorum diye düşünüyordum, polisiye ya da aşk romanı. Arada bir fark yok. Birtakım karakterler yaratıyorsun, o karakterlerin gözünden dünyaya bakıyorsun, dünyayı onlar gibi algılıyorsun. Fazla bir şey fark etmedi benim açımdan. Ama bu romanı yazarken çok zorlandım. Çünkü çok araştırma yapmak zorunda kaldım. Kapalıçarşı’daki sadekârlarla günlerce konuşarak, yüzük yapmayı öğrenerek vs. Polisiyede adli tıpçılarla konuşuyorsun daha çok. Ayrıca polisiyelerde daha günceli yazdım. Bu romanda ise büyükbabayı konuşturmak, eski kelimeleri kullanmak zorundaydım. Onun için biraz zorlandım.

Kitap aslında kötü bir aşktan kaçmak için İstanbul’dan Londra’ya giden Ece’nin hikâyesi gibi başlıyor ama daha sonra Ece’nin büyükbabasının hikâyesi öne çıkıyor…

Başta kafamda, Londra’ya giden Türkiyeli bir kızın hikâyesi vardı. Ermeni sorunu yoktu. O dönemde Ömer (Erzeren) farklılıklar üzerine bir kitap yazıyordu. Ve Türkiye’den azınlıklarla konuşuyordu. Bir Ermeni ile röportajını okuduğumda çok çekingen konuştuğunu gördüm. Mesela, bir şey söylüyor sonra ‘ama bunu yazma istersen’ diyor. O kadar toplumsal bir baskı var ki Ermenilerin üzerinde. Kürtlerin üzerinde birkaç yıldır bu kadar baskı yok, en azından farklılıklarını ortaya koyuyorlar. O zaman şunu düşündüm: Ermeni olmak tek başına azınlık olmak değil; üç kez azınlık olmak! Yani üç tane azınlık gömleği giyiyorsun üzerine. Ya da on üç gömlek. Çok baskı altında Ermeni kimliği Türkiye’de. Sonra bunu bu kadar baskı altında olan bir Ermeni’nin yapması çok zor, ama ben yapabilirim diye düşündüm. O yüzden dede hem sadekâr hem de Ermeni oldu.

Bir tür hesaplaşma oldu o zaman?

Türkiye’nin son dönem tarihini okumaya başladığımda aslında hiçbir şey bilmediğimi hissettim. Techirin, o zamanki siyasi dengelerin, açmazların bugünümüzü de çok etkilediğini düşündüm. Ece’nin kimlik sorununu daha belirginleştirecek bir izlek olarak gördüm Ermeni Techiri’ni. Çünkü bilinçaltımızda var, hepimiz bir katliam yaşandığını biliyoruz. Özellikle Anadolu’dan gelen arkadaşlarım, dedelerinden hep bu tür hikâyeler dinlemişler. Korkunç tabular yüzünden bir türlü bununla hesaplaşamıyoruz. Artık bu kırılsın, konuşulsun istiyorum. Ermeni Konferansı’nı protesto edenlerden kafama yumurta ya da domates yemeden konuşmak istiyorum. Bununla hesaplaşmak istiyorum. Bu, bize yasaklandı yıllarca. Ermeniler Türk edebiyatına girmedi. Hep ‘Ermeniler bizi kesti’ diyen tarafı okuduk. Kimse görmek istemedi. Sanki demirin arasında kafamız. O demirin arasından sızan minik ışık kafamızı aydınlatıyor, o kadar. Türkiye’de hepi topu altmış bin Ermeni kaldı, niye hâlâ düşmanlık var anlamıyorum!

Kitap aslında katman katman her şeyi içeriyor; göç, aşk, azınlık, yoksulluk.

Savrulanlar işte! Kürt garson Rojin de aslında savrulmuş, Ece de, büyükbaba da, babaanne de. Aslında bu Türkiye’deki kimlik sorunumuza denk düşüyor. Aslında hepimiz bir şekilde savrulmuşuz. Biraz kendine eleştirel yaklaşabiliyorsan, kendi içine dönüp bakıyorsan o kimlik sorununu kendinde de görüyorsun.

Sık aralıklarla Berlin’de yaşıyor olmak içinizdeki kimlik sorununu ya da azınlık psikolojininin nasıl bir şey olduğunu anlamanıza mı sebep oldu?

Göç, genetik bir şey diye düşünmeye başladım bu romanla birlikte. Sanki genlerimize işliyor göç. En azından bizim ailede öyleydi. Biz buraya geldik ve öncemiz yoktu, sıfır noktası şimdi olduğumuz yer gibi davranıldı. Hiçbir zaman bize geçmişin hikâyeleri anlatılmadı. Babam Makedonya göçmeni, anneannem Bulgaristan göçmeni. Dillerini bile öğretmediler bize. Ama genetik bir şey gibi, ben de Almanya’ya gittiğimde hayatımın sıfır noktası burası diye düşündüm. Eski hikâyeleri unutup sanki orada yeni bir hayata başlamam gerekiyor gibi. Ama sonra unutma sürecinin gerçek bir unutma süreci olmadığını anlıyorsun. Unutmaya çalıştıkça hatırlıyorsun çünkü. O yüzden hatırlama ve unutma içiçe geçmiş kavramlar diye düşünüyorum. Unutmak için gittiğin yerde de unutacağını sanırken daha çok hatırlıyorsun. Çünkü yalnızlığın ortasındasın ve kendine daha çok bakıyorsun. Biraz Almanya’ya gitmekle ilgili ama ben topluma dışarıdan bakmayı becerdim diye düşünüyorum. Çünkü o kadar da yerleşik ve çoğunluk mensubu gibi hissetmedim. Belki de siyasi görüşümle ilgili, hiçbir zaman çoğunluk olamadık.

Kitapta tarafsızlık da var.

“Hiçbir ulus masum değildir” diyorsunuz mesela…

O kadar siyah beyaz değil ki hiçbir şey. Suçun toplumsal olduğuna inanıyorum. Mazlum halk olmadığı gibi, suçlu halk olduğuna da inanmıyorum. Bunlara inandığın zaman kendini daraltıyorsun. Kesin yargılara varmak istemedim. Bir insan hikâyesi. Burada büyükbabanın hikâyesini anlattım ben. Bunun kuşaklar boyunca nasıl sirayet edebildiğini. Bu konuşulsun ve bitsin. Ve bu insan hikâyesini anlarsak açılacağız. Hep rakamlar bazında konuşuluyor. 1 milyon, yok 500 bin Ermeni öldü demek insani yanı görmemizi engelliyor. İnsan hikâyesini görmek önemli olan. Bu dramı yaşayan insanı görmek, o acıyı paylaşmak önemli. Bütüne gitmek için ancak bireyden başlarsak başarılı oluruz. O acıyı da yüreğinde hissetmek lazım. Edebiyatın işlevi bu, bir insanı anlamak.

Yine kitapta, “yazmanın gayri insani olduğu”nu söylüyorsunuz ama koca bir kitap yazıyorsunuz…

İlkel filozoflar öyle söylüyor. Ben öyle düşünmüyorum, Ece’nin büyükbabası öyle düşünüyor. Doğu’da hâlâ sözlü edebiyat var; dengbejler. Yazı hafızayı öldürüyor, diye düşünüyor. Oysa onlar hafızalarını yaşatmak istiyorlar. Bu Doğulu bir şey. Ama öte yandan kitap için Ermeni masalları bulmak istedim ve hiç masalları olmadığını öğrendim. “Hep Kürt masallarını anlattık çocuklarımıza” dediler. Ermeniler o anlamda daha Batılı.

Kitabı yazmadan önce bir süre Londra’da yaşadınız. Yazmak için illa yaşamak mı lazım?

Londra’da dört ay kaldım. Bir ay iş aradım. Altı hafta Cafe Nero’da barista olarak çalıştım. Bir gün tezgâhtarlık yaptım, bir hafta da Kürt lokantasında bulaşıkçılık. Aslında yaşamak lazım değil. Londra’ya gitme sebebim kitapta kullanılan paraların doğru olmasını istememden. Ama Londra’ya gitmesem en azından Ece’yi Londra’ya gönderemezdim. Bir garson yazabilirdim ama herhalde bu kadarını hayal edemezdim. Mesela Türkiye’de bir garsonu yazabilirdim ama İngiltere’de sınıfsal ayrımcılığa uğramış bir garsonu yazamazdım. Çünkü İngilizler canı gönülden inanmışlar sınıflara.

SAVRULANLAR

Esmahan Aykol, Merkez Kitaplar, 2006, 255 sayfa, 15 YTL.

Yorumlar kapatıldı.