İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Ege’deki kazadan sonra

Yorgo Kırbaki

Türk-Yunan ilişkilerinin bu dönem limoni olduğunu daha geçen hafta yazmıştık.

Birkaç gün sonra işin içine bir de Ege’deki kaza eklenince, hem yoğun iş temposu ve stresten biraz olun uzaklaşmak hem de “Suyun Öte Yanından”ı daha rahat bir ortamda yazmak için dizüstü bilgisayarımı kaptığım gibi kendimi Atina’nın sahil semti Varkiza’ya attım.

Öğle sonrasıydı vakitlerden, güneş deseniz ta tepede. Kafelerden birinde gölgelik bir yer bulup oturdum ve buz gibi frappe’mi (soğuk nescafe) ısmarlayıp ne yazacağım diye düşünmeye koyuldum. Cep telefonum çaldı. İstanbul’dan aranıyordum, doğal olarak Türkçe konuştum. Telefonu kapattığımda birkaç masa ötede oturan ikisi erkek, ikisi kadın dört yaşlıdan biri yanıma yaklaştı.

“Merhaba ben Stavro. İstanbulluyum, 1964’te Atina’ya geldim. Bir daha da İstanbul’a gidemedim. Türkçe konuştuğunuzu duydum da…”

ONDAN ÖĞRENECEKMİŞİM

Kendimi tanıttım. Şaşırdı biraz. Masasına davet etti. Bastonu sayesinde yürüyebilen hemşerimi elbette kıramazdım. Beni eşine ve dostlarına tanıttı. Bir iki dakika geçmedi ki, adını hatırlayamadığım grubun diğer yaşlı erkeği “Ya çok yazık. Dün Ege’deki kaza çok kötüydü” deyip sohbet açmaya çalıştı.

Yüzümdeki mimikler, dediğini onaylarcasınaydı. Kahvem geldi. Bir iki yudum içtim. Adam yine konuşmaya başladı: “Türkler kasten yaptı.” Cevap fırsatı vermeden devam etti: “Bak ben sana anlatayım nasıl oldu…”

Uzun uzun anlattı kendi “senaryosunu.” Ona göre, her şey önceden planlanmıştı. Türk pilot, uçakların çarpışacağını ve kurtulacağını önceden biliyordu…

Hoppala diyeceksiniz. Ben demedim. Çünkü karşımda duran emekli, bir gün önce ve o gün öğlende belli başlı özel Yunan televizyonlarını izlemişti muhtemelen. Başka ne diyebilirdi?

GÖREVLERİ BUYMUŞ

Her biri, “alem buysa kral benim” tarzı sunucular ve canlı bağlantılarla savunma ya da dışişleri bakanlıklarından “bildiren” muhabirler. Ardından, nasıl oluyorsa her şeyi bilen, bültene çıkmadan az önce “bir kaynağımla konuştum” diye söze başlayan yorumcular. Sonra da emekli askerler, savunma uzmanları…

Ne kadar saçma sapan şey duyduğumu anlatamam. Mantıklı, aklıselim sahibi birkaç ses duydum ama onlar da yaklaşık 40 dakikanın ayrıldığı bir saatlik bültenlerde kaynayıp gitti.

Ne istiyorlardı Allah aşkına? Kriz veya çatışma söz konusu olmadığına göre Karamanlis hükümetini sıkıştırmak mı?

Amaçlarının ve görevlerinin “olayla ilgili her şeyin gün ışığına çıkması” olduğunu söylediler bazıları. Eh onca yıl bu işin içindeyiz. Kim nedir, ne der, neden der, az çok biliriz Yunanlı meslektaşlarımızı.

DENİZE DÜŞEN SİLAHA SARILIR MI?

İşte bu yüzden şaşırmadım güleryüzlü ihtiyarın sözlerine. En iyisi yatıştırmaktı. Ona çalıştım. Sohbeti ekonomik ilişkilere, turizme çektim. Hemşerim Stavro ile aynı liseden mezun olmuşuz. 1954’te bitirmiş Beyoğlu’ndaki Zografyon Lisesi’ni. Kadıköylü.

Akşam bültenlerine birkaç dakika kala izin istedim. Başka bir masaya oturup küçük televizyonumu açtım. Kazanın ertesi günü, yani çarşamba günü özel kanalların başlıca konusu Türk pilot İbrahim Özdemir idi.

“Tabancasını çekti”, “Düşman toprağında olduğu için tabanca taşıyordu”, “Tabancasını çekince biz niye bir şey yapmadık?”, “Niye Türkler gelip aldılar”, “Niye biz götürmedik”, “Türkler arama ve kurtarma çalışmalarında Ege’ye ortak oluyorlar”

Bu gibi sorulara cevaplar aranırken ne iddialar ortaya atıldı, ne komplo teorileri yapıldı yine, anlatamam.

Sözgelimi bir Türk özel televizyonunda yayınlanan ve 2003 yılından kalma sözüm ona “it dalaşı”nın radar görüntüleri ve duyulan sesler “belge” diye anons edildi. Emekli bir pilotun “Ya bunlar televizyonlar için, öyle it dalaşı olmaz” demesine pek aldıran çıkmadı.

AİLELERİN DRAMI

Bilemiyorum, zap yaparken kaçırmış olabilirim. Ancak, dışişleri bakanı Dora Bakoyani’nin aynı gün devlet radyosu Net’e verdiği demeçte, gazetecinin “Türk pilot tabancasını çekti mi?” sorusuna verdiği cevabı televizyonlarda duymadım. Bakoyani şöyle dedi: “Bilmiyorum. Böyle bir bilgi bana ulaşmadı. Denize düşen bir adamın daha sonra nasıl tepki gösterdiğini de bilmiyorum.”

Hava kararmıştı. Atina kendisine yakışanı, geceyi yaşamaya hazırlanıyordu. Sıcak bir mayıs gecesinde bu şehirde yeni bir hayat başlayacaktı.

Türk pilot İbrahim Özdemir ile Yunanlı pilot Kostas İliakis acaba çarpışmadan bir saniye önce birbirlerinin gözlerine bakabildiler mi diye düşündüm. Binlerce metre yükseklikte, saniyede 500 metre mesafe kat eden uçakların içinde belki de birbirlerini hiç görmeden çarpıştılar.

Pilot İbrahim şanslıydı, Kostas değil. İki küçük çocuk babasıydı Kostas. Ailesi şimdi kendi dramını yaşıyor.

Ege’de yıllardır Türk ve Yunan savaş uçakları tehlikeli pozisyonlarda karşı karşıya geliyorlar. Her yıl 100’den fazla “it dalaşı” yaşanıyor. Kimi göreve giderken, kimi dönerken, kimi manevralar sırasında iki taraftan da genç insanlar son nefeslerini verdiler Ege’nin semalarında, denizinde.

Hava sahalarının genişliği, ülkelerin egemenlik hakları, milli çıkarları, tezleri görüşleri elbet çok önemli. Ya insan hayatı?

Varkiza sahilindeki kafede garson tuhaf bakıyordu. Herhalde “Bir kahve söyledi. Masayı babasının malı sayıyor” dercesine.

Tek bir satır bile yazmadan kalktım.

Dönüş yolunda bir şarkının nakaratı dolandı dilime. 1970’lerden, Stavros Kuyumcis’in bir bestesi.

“Sen Türk, ben Rum/ Sen halk ben de halk/ Ben İsa, sen Allah/ Ama ikimiz de (acının karşısında kastedilerek) vah da vah”

Yorumlar kapatıldı.