İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Dava düştü ama…

Haluk Şahin

Aralık ayının başlarında bir cuma akşamüzeri BBC’den gelen bir telefonla başlayan yasal serüven dün sabah televizyon ekranlarına yansıyan bir ‘son dakika’ haberiyle sona erdi. Akademik bir konferansın İdare Mahkemesi’nce yasaklanmasını eleştirdiğimiz için, ihbar üzerine, yeni TCK 288 ve 301’den hakkımızda açılan ceza davaları zamanaşımından düşmüştü. Davadaşımız Murat Belge’nin davası ise yazısı bizimkilerden birkaç gün sonra yayımlandığı için zamanaşımına girmiyordu ve devam edecekti.

Konuyu biliyorsunuz: Boğaziçi ve Sabancı Üniversiteleri tarafından düzenlenen ve tehditler nedeniyle bir kez ertelenen ‘Osmanlı İmpraratorluğu’nun Son Döneminde Ermeni Sorunu’ başlıklı konferans tam başlamak üzereyken bir grup ‘milliyetçi’ avukatın başvurusu üzerine durdurulmuştu. Yerel İdare Mahkemesi, iki önemli üniversite tarafından düzenlenen konferansın yapılabilmesi için üniversite özerkliği ve akademik özgürlük iddiası olan hiçbir ülkede görülmemiş koşullar koyuyordu: Konferansa katılacakların ne diyeceklerini öğrenmek istiyor, akademik yeterlilikleriyle ilgili kanıtlar talep ediyor, organizasyonun parasal kaynaklarını soruyordu.

Biz de Türkiye’deki pek çok yazar gibi, ‘Olur mu böyle şey! İdare Mahkemesi akademik konferansa nasıl karışır?’ türünden şeyler yazmış, gene aynı avukatlar grubunun ihbarı üzerine mahkemeye verilmiştik.

Doğrusu ya, hukuk okumuş ve tam 32 yıldır gazetelerde yazılar yazan bir kişi olarak açılan davanın sonucu konusunda en ufak kaygı duymadım. O çok eleştirdiğimiz ve değişmesi gereken maddeler çerçevesinde bile suç işlemediğimi biliyordum. Beni sonuçtan çok süreç ilgilendiriyordu. Bakalım neler görecektim?

Hiç beklemediğiniz bir anda karşınıza çıkıveren bir badirenin yararları da olabilir: Çok güvendiğiniz birtakım reflekslerin çalışıp çalışmadığını öğrenmek fırsatını elde edersiniz; varsaydığınız birtakım güvencelerin gerçek olup olmadığını sınamış olursunuz.

Karşınıza çıkan zorluk, uyarıcı ve uyandırıcı olabilir…

Ben hem yazar hem de üniversite mensubu olarak davanın tarafıydım. Çünkü bize karşı açılan dava hem basın ve ifade özgürlüğünü, hem de akademik özgürlük ve üniversite özerkliğini ilgilendiriyordu. Bence akademik özgürlüğü ilgilendiren yönü daha derin ve önemliydi. İdare mahkemelerinin bilimsel toplantıları yasaklayabildiği bir ülkede bilim yapılabilir miydi? Bundan böyle akademik konferans bildirilerinin bir kopyasını idare mahkemelerinden onaylatmak mı gerekecekti? Böyle bir ülkede gerçek üniversitelerin varlığından söz edilebilir miydi?

Gördüm ki, basın özgürlüğü refleksi sağlamdır ve oldukça iyi işlemektedir. Davanın açıldığı haberi çıkar çıkmaz birçok yerli ve yabancı basın kuruluşu ve meslektaş telefon ederek ya da mektup yazarak desteğini belirtti, yapabilecekleri bir şey olup olmadığını sordu. Kendilerine teşekkür ettim, ediyorum. Yurtiçinde ve yurtdışında bu özgürlüğün değerini bilen ve gerekirse onun için mücadele etmeye hazır kurumlar ve kişiler bulunduğunu artık daha iyi biliyorum.

Akademik özgürlük alanına gelince… Orada derin bir hayal kırıklığına uğradığımı itiraf ediyorum. Dava esas olarak bilim özgürlüğü ve üniversite özerkliğini ilgilendirdiği halde, birkaç kişi dışında ne bir ses duydum ne de bir nefes.

Sayılarının 80’i aştığını bildiğim üniversitelerimizin sayısı 10 binleri bulan ‘bilim insanları’ niçin bu kadar tepkisiz kaldılar? Niçin gazetecilerin yaptığının yüzde birini yapmadılar? Yoksa akademik özgürlük ve üniversite özerkliği gibi konular onların umurunda değil miydi? Yoksa, onların önemli bir çoğunluğu, bilimsel gerçeği özgürce aramak heyecanını hiçbir zaman duymamış, sıradan eğitim memurlarından mı ibarettiler?

Dava düştü, ama bu türden soruların üzüntüsü sürüp gidecektir.

Yorumlar kapatıldı.