İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Ermeni konferansı, unutma ve hatırlama

Geçmişimiz tertemizdir yanılsamasından kurtulup hem toplumsal yaralarımızı sağaltmak, hem de uluslararası ilişkilerde yeni standartlar ve normlar geliştirmek üzere çabalamalıyız

AYŞE HÜR

İstanbul Üniversitesi’nin düzenlediği ‘Türk-Ermeni İlişkilerinde Yeni Yaklaşımlar’ adlı uluslararası sempozyum toplumsal belleğimizde nasıl yer edecek kestiremiyorum ama benim belleğimde Dışişleri Bakanımız Abdullah Gül’ün “Türkiye, geçmişiyle barışık bir ülkedir. Tarihimizde utanılacak bir sayfa yoktur” saptaması, Mehmet Saray’ın “Türk milleti en asil millettir, böyle bir milletin soykırım yaptığı düşünülemez arkadaşlar” güzellemesi, Erol Kürkçüoğlu’nun “Ermeniler her zaman tarihte kendilerine bir efendi bulmuştur. Ermeniler efendilerini sürekli olarak değiştirmiş ve satmıştır” aşağılaması, Yusuf Halaçoğlu’nun “hastalığa, yolculuğa, açlığa bağlı ölü sayısı 227 bin 500, bu rakam da İngiltere’de gripten ölenlerle karşılaştırılabilir” yollu vicdan tutulması, Hikmet Özdemir’in “1915 bir kriz yönetim biçimiydi” hafifsemesi, Enver Konukçu’nun “Türkler Ermenileri uğurlamışlardır, komşuluk vardır. Paşa paşa, geze geze gittiler” pişkinliği ile Keğam Karabetyan’ın “Ne mutlu Türküm diyene, ne mutlu Kastamonuluyum diyene” şeklindeki his patlamasının özel bir yeri olacak. Elbette, Osmanlı ülkesinde yaşayan bütün Ermenileri politik grup olarak göstererek 1948 Soykırım Sözleşmesi’ni arkadan dolanabileceğini düşünen Gündüz Aktan’ın, konuyu halkın başka hassas meselesi olan AB ile birleştirerek doğacak çifte-nefretten medet uman Sadi Çaycı ve Sedat Laçiner’in incilerini unutmamak gerek. Bunların her biri, kendilerine akademisyen, tarihçi ya da uzman diyen kişilerin konuya ne denli öznel, ne denli sığ, ne denli duyarsız yaklaştığının bir kanıtı olarak tarihe kaydedilmesi gereken laflar.

Bu ifadelerin her biri üzerine sayfalar dolusu reddiye yazılabilir. Hatta mümkün olduğunca yazmak da isterim ama şimdilik Abdullah Gül’ün ifadesini irdelemekle yetineceğim, çünkü bu sözler diğer ifadelerin çerçevesini oluşturuyor. Türkiye geçmişi ile barışık bir ülke imiş ve de tarihimizde utanılacak bir sahne yokmuş! Yani dünyada her halk suç işleyebilirmiş ama biz Türkler asla! Haydi, çok eskiyi bir yana bırakalım, ama ulus-devletlerin ortaya çıktığı 20. yy’da kendine ulus diyen her grubun, kendisine ait ilan ettiği toprak parçası içinde yaşayan ve “öteki” diye tanımladığı grupları etnik temizlik veya göç/sürgün yoluyla yok etmeye yöneldiğini gayet iyi biliyoruz. Daha ileri gidersek, soykırımlar da bazı toplumlara özgü bir tür sapma değildir, aksine belli şartların bir araya geldiği her dönemde ve her toplumda ortaya çıkabilir, çıkmıştır da. Tarihsel nedenlerle Avrupalı ve Amerikalı beyaz adamların bu konudaki sicilleri korkunçtur. (7 Kasım 2004 tarihli Radikal İki’de ‘White Man’s Burden’ adlı bir yazı yazdığım için burada ayrıntıya girmiyorum. Dünya soykırım tarihi için İngilizce bilenler Michael Mann’dan ‘The Colonial Darkside of Democracy’, Samantha Power’dan ‘A Problem From Hell: America and The Age of Genocide’ adlı kitapları okuyabilirler.) Bu arada maalesef bu topraklarda da utanılacak şeyler yaşandı. Failer arasında da, kurbanlar arasında da kendine Osmanlı diyenler, Türk, Kürt, Arnavut, Çerkes diyenler, Sünni, Alevi, Hıristiyan diyenler vardı. Bazılarımız bu kadar eski olayları duymamış olabilir ama, 1970’lerdeki Çorum ve K. Maraş katliamlarını da duymadılar?

Evet, unutma eylemini, bir toplumun bekasının en önemli unsuru haline getirmek tek bize has değil. Gerek en modern, gerekse en yaban toplumlarda benzer süreçler yaşandı, yaşanıyor. Dahası “unutma” mutlaka hastalıklı bir tablo ortaya çıkarmıyor. Mesela “modern” ve “ilkel” toplum yerine sırasıyla “sıcak” ve “soğuk” toplum tanımını öneren antropolog Claude Levi-Strauss’a göre “soğuk” toplumlar, yarattıkları mitler sayesinde, tarihsel olayları kolektif hafızadan silerek, bu olayların toplumsal denge ve devamlılık üzerine yapabileceği olumsuz etkileri yok etmeyi başarmışlardır. İçine Batı toplumları ve bizim de girdiğimiz “sıcak” toplumlar ise, tarihlerini sürekli kolektif bilinçaltlarında tutarlar ve gelişmelerinin motoru yaparlar. Bu bağlamda geçmişe dair her türlü kin, öfke, dışlama biçimlerini sürekli yeniden üretir, gerek bugünü aklileştirmekte, gerekse yarını inşa etmekte kullanırlar. Bu da geçmişin kötülüklerinin her an hortlaması tehlikesi demektir. Nitekim, modern toplumlarda, büyük toplumsal kargaşa dönemlerinde yaşanan kötü olayların ele alınış tarzına ilişkin bazı örnekler veren düşünür Theodor Adorno, “onlar da yaptı, biz de yaptık”, “ilk onlar yaptı”, “asıl sorumlu dış güçlerdi”, “hastalıktan ve açlıktan öldüler”, “hak etmeselerdi niye yapılsın ki” türünden savunmalar için “Bütün aptallık şuradadır ki, bu tür tepkiler bir sorunun halledilmemiş olduğunun, bir yara olarak durduğunun göstergeleridir” der.

Tedavi

Peki geçmişin suçlarının yeniden işlenmesini önlemek adına bu yaraları nasıl tedavi edebiliriz? Öncelikle elbette sağlıklı bir hatırlama süreci yaşamak lazım. Tabiri caizse, “cerahatin iyice akıtılması” lazım. Bunun aşamalarını Saime Tuğrul, ‘Toplumsal Yas Çalışması’ başlıklı yazısında çok güzel özetlemişti. (Radikal İki, 5 Haziran 2005) Bu süreci hakkıyla yaşadıktan sonra geriye, verilen hasarları onarmak kalır ki, tazminat gibi maddi, hakların iadesi gibi hukuki unsurları da içeren bu sürecin çok pek çok kişi ve devlet açısından kolay sindirilir olmadığı açıktır. Ama yine de 20. yy, kişilerden devletlere, ticari kuruluşlardan dinsel kurumlara kadar, pek çok aktörün politik, ekonomik, kültürel ya da sosyal kabahatlerinden dolayı en azından özür dilediği çağ oldu. Hemen akla gelenler şunlar: 1970’de Batı Almanya Şansölyesi Willy Brandt, eskiden Varşova Gettosu’nun olduğu yerde, diz çökerek Almanya’nın soykırımdaki sorumluluğunu, bundan duyduğu suçluluk duygusunu, üzüntüyü dile getirdi. 1988’de ABD, II. Dünya Savaşı sırasında toplama kamplarında “enterne” edilen Japon asıllı Amerikan vatandaşlarından resmen özür dilediği gibi, toplam 1.2 milyar dolar tazminat ödenmeye ve bu kesimin kültürel ve tarihsel meselelerini kamuoyuna duyurmalarında kullanılmak üzere 50 milyon dolarlık bir fon oluşturulmasına karar verdi. 1993’de Güney Afrika Cumhuriyeti Başbakanı F.W. de Klerk apartheid (ırk ayrımı) politikalarından dolayı özür dilerken. Nelson Mandela da Afrika Ulusal Kongresi tarafından “düşmanlara” karşı yürütülen katliamlardan dolayı özür diledi. 1995’de Japonya Başbakanı Tomiichi Murayama 1937’de 200 bin Asyalı kadının Japon askerleri tarafından seks kölesi olarak kullanılmasından dolayı özür dilerken, mağdurlar için bir de fon kurdu. 1999’da Danimarka Başbakanı Poul Nyrup Rasmussen ABD’ye askeri üs açmak için Grönland’ın yerlileri olan Inuitler’i göçe zorladıkları için özür diledi. 2000’de Hollanda hükümeti, geçmişte verdikleri zararlardan dolayı Yahudiler, Çingeneler ve Endenozyalılardan özür diledi ve 180 milyon dolar tazminat ödemeyi kabul etti. 2004’de Almanya, tarihsel ve ahlaki sorumluluklarından söz ederek, 1904-1907 arasında bugünkü adıyla Botswana, o günkü adıyla Namibya’da 65 bin Herero’nun Alman birliklerince katledilmesinin “soykırım” olduğunu kabul etti ancak tazminat ödemeye hazır olmadığını bildirdi. Daha yüzlerce örnek var. Bu özürler yaraları sardı mı? Elbette hayır. Mesela 1995’de Yeni Zelandalı Maoriler ve Asyalı Sihler Britanya Kraliçesi Elizabeth’in özür ve tazminat kararını, Hawaililer de ABD’nin özrünü “ikiyüzlü” buldular. Ama diğerleri en azından bir iyi niyet gösterisi olarak kabul edildi.

Bilim adamlarının tarihe suçlarıyla geçen Batılı ülkelerde yaşanan özür dileme patlamasına ilişkin görüşleri değişik. E. Barkan bunu yeni bir olgu olarak “uluslararası ahlak” kavramı ile açıklıyor. Ona göre “yerel ölçekte atılan ilmekler, küresel ölçekte ahlakı dokumak” demek. J. Torpey bu yeni duyarlılığın gelişmesinde korkunç Holocaust tecrübesinin büyük payı olduğunu düşünüyor. J. Habermas, J. Derrida ve E. Levinas konuya tümüyle ahlaki sorumluluklar açısından yaklaşırken, A. Kojave ve S. Walt gibi realistler tarihle barışmanın uluslararası güvenlik açısından önemine işaret ediyorlar. B. Giesen’e göre küreselleşme sonucu insanların ve toplumların birbirini gözleme tarzları öylesine değişti ve gelişti ki, artık düşmanı aşağılarken duyduğumuz gururdan ya da etnik saflığımızı sağlamak için başkalarını imha etmek üzerine oturtulmuş şanlı tarihimizden söz etmenin anlamı kalmadı. I. Buruma tarihe bakınca hep mağduriyet görmenin de sürekli özür dilemenin de sağlıklı olmadığını düşünürken, M. R. Trouillot özür politikalarını nafile çabalar olarak niteliyor. J. K. Olick ve B. Coughlin daha ileri giderek, esef, keder ya da pişmanlık duygusunun artışını ulus-devletin çöküşünün bir işareti olarak görüyor. Hepsinin haklı olduğu yanlar var, ama özür dileme siyasetini sembolik bir jest olmaktan çıkarıp etkin bir toplumsal barışma projesi haline getirmek hepimizin görevi. Bu bağlamda, tüm sorumlu ve ahlaklı insanlarımızı, “geçmişimiz tertemizdir” yanılsamasından bir an önce kurtulup hem toplumsal yaralarımızı sağaltmak hem de uluslararası ilişkilerde yeni standartlar ve normlar geliştirmek üzere çabalarken görmek en büyük hayalim.

Yorumlar kapatıldı.