İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Mahşerin üç atlısı ve demokrasi

İster Kürt, ister türban, ister Ermeni sorunu olsun, bunların çözümünü sağlayabildiği oranda Türkiye’de demokrasiden söz edilebilir. Ya da tersinden söyleyecek olursak, eğer bu sorunlar çözülemiyorsa, bu doğrudan demokrasinin eksikliğinin işaretidir

HASAN BÜLENT KAHRAMAN

Artık çok uzun denebilecek kadar bir zamandır Türkiye, üç konuyu tartışıyor ve bu üç konuda kendisine bir çıkış arıyor. ‘Mahşerin üç atlısı’ diye sıfatlandırılabilecek bu konular Kürt meselesi, türban meselesi ve Ermeni meselesi. Her üç konu da, 1990’lardan itibaren gündeme girdi ve elbette kendilerine has özgüllükler nedeniyle zaman zaman birbiriyle kaynaşıp çakışarak, zaman zaman birbirinden ayrışıp uzaklaşarak gündemdeki yerini korudu. Her üç konunun da olumlu ve olumsuz anlamda lobileri var. Her üç konunun da ‘çözülmesi’ni değil çözülmemesini sağlayan hatta ‘gerektiren’ tarihsel, toplumsal birikim ve koşullar söz konusu. Bütün bunlar daha pratik bir düzeyde bakınca bu sorunların çözülmesini güçleştiriyor, geciktiriyor. Bu, bir tür kapanma hali ve olanaksızlık olarak algılanıyor. Gerçekte de öyle. Söz konusu yavaşlık, ister istemez tartışmaların ağdalaşmasına yol açıyor. Giderek, doğan boşluk, her zaman olduğu üzere, pratik olanakları elinde bulunduran kesimlerin ağırlıklarını koymasına ve toplumsal düzeyde bir antagonizmanın gelişmesine yol açıyor. Burada bir noktayı işaret etmek şart.

Sorun entelektüel değil

Elbette değindiğimiz üç sorunun aşılması için görüş üreten, düşünce oluşturan, çözüm geliştiren kişiler, kesimler var. Fakat bu çabaların güçlü, köklü bir demokratik gelenekten beslendiğini ve özellikle güçlü siyasal bir bağlama sahip olduğunu söylemek neredeyse olanaksız. Mesele en ileri derecedeki önemine karşın, sadece entelektüel bir yorum olarak kalıyor. Bu, elbette bir entelektüel sorunu değildir; olamaz da. Entelektüeller kendi kapasite ve misyonları içinde yapması gerekeni yapıyor. Sorun bu oluşum ve açılım önermeleriyle bütünleşmeyen siyasetindir. O arada şunu da belirtelim ki, bugün, Türkiye’de entelektüellerin de kendilerini şu veya bu ölçüde özdeşleştirdiği herhangi bir siyaset bulunmuyor. Tam tersine entelektüeller de siyaset ötesi salt soyut bir ‘demokrasizm’ söylemiyle sorunları kuşatıyor. Bir geçiş döneminin ortaya çıkardığı ve henüz kristalize olmamış siyasal ideoloji eksikliği, söz konusu durumun belkemiğidir. Bu nedenle ben bu yazıda özellikle iki noktanın üstünde durmak istiyorum. Birincisi her üç konunun ortak yanları ve ne anlama geldiği, ikincisi de bunlara dönük çözüm önerilerinde kendisini gösteren belli başlı kısıtlamalar, hatta temel birkaç yanlış.

Kürt, türban ve Ermeni meselesi (ki, bunların içinde en zayıf olanının türban konusu olduğunu, hatta türbanın salt ona taraf ve karşı olan siyasal ve entelektüel kesimlerin işine geldiği için ve popülist bir sorun olarak ‘sürdürüldüğünü’ baştan belirteyim) teker teker ele alındığında her birisi toplumsal/tarihsel yapının bir noktasını irdelemeye açıyor. Daha belirgin söylemek gerekirse, bu sorunların her birisi toplumsal bilincin belli bir köşesini yeni bir anlayışla ele almamıza olanak sağlıyor. Bunlara dönük çözüm de, o toplumsal bilincin dönüşümünden doğacak. Bu açıdan bakıldığında bu üç sorunun teker teker ait olduğu zihinsel kategoriler şöyle özetlenebilir.

Kürt sorunu, ulus devlet-demokrasi, cumhuriyet-çoğulculuk, aidiyet ve tanıma politikaları-ulusal özne kavramları arasındaki gerilimi işaret ediyor. Kültürel temelde kendisini ifade etmiş bir cumhuriyet anlayışının şimdi farklı siyasal özneleri kapsayacak biçimde genişletilip genişletilemeyeceği, bu sorunun belkemiğini oluşturuyor. Türban meselesi, ulus devletin coğrafi bir mekân ve bütünlük olarak tasarımına dönük herhangi bir eleştiri üretmese de, yurttaşlık kavramının çok daha özgürlükçü ve çoğulcu bir toplumsal özne kavramına doğru açılması arayışıdır. Fakat her ne kadar ulus-devletin coğrafi bütünlüğünü söz konusu etmiyorsa da, mekân politikalarının siyasallaşmasında öncelikli bir rol oynadığını belirtmek gerekir. Özel alan-kamusal alan yoklamaları, türban bahsinin ortaya çıkmasıyla birlikte oldu ve toplumsal öznenin kimlik politikaları etrafında belirlenmesi gene bu sürecin bir ürünüdür. (Bu alan kavramının daha sert çekirdekli doğrudan ve farklı düzlemlerde -örneğin mimarlık-, çok kısıtlı bir biçimde sorgulanması, içinde bunaldığımız çıkmazın nedenlerinden bir başkasıdır.) Bu anlamda Kürt meselesiyle türban meselesi arasında önemli ayrımlar söz konusudur. Hepsi her ne kadar bir cümlede geçiriliyorsa da Türkiye’deki tartışmalarda, kimlik politikasıyla tanıma politikası, aidiyet politikasıyla fark politikası birbirinden ayrılan özellikler gösterir. İki sorun bu iki olgunun iki boyutunu meydana getirirken, Kürt sorununun güvenlik eksenli politik içeriğine karşılık türban meselesi (zaman zaman gene güvenlik göndermeli söylemlerle bütünleşse de) kültür temelli bir politik içeriğe sahiptir.

Kurgusal gerçeklik

Ermeni meselesi ise her ikisinden daha ötede fakat belki daha yukarıda bir yerde konumlanıyor, Kürt ve türban meselelerinin üzerine oturduğu ‘devlet’ olgusunun oluşum sürecini tartışmaya açıyor. 1990 sonrasının çok ele alınmış bellek/anımsama (veya unutma/unutturma) politikaları, ulusal öznenin inşasında kullanılan araçsal söylemler, bu konunun da nihai olarak bütünleştiği politik bilincin çok daha derinlerde kalmış yönlerini gün ışığına taşıyor.

Dolayısıyla mesele biraz soyutlaştırılarak ele alındığında Ermeni veya Türk tezlerinin haklılığı gibi bir noktayı hızla aşıp tarihin bir kurgusal gerçeklik olduğunu ortaya koyuyor. Ulusçuluğun aslında icat edilmiş bir gerçeklik olduğu çoktan beri ilgili literatürde ezber edilmişti, ama şimdi Türkiye bunu etinde kemiğinde duyarak somutlaştırmakla meşgul. Kısacası, ulusal özne ve kimlik, ulus-devlet ve coğrafyası, ulusal bilinç, tarih ve söylem, bu üç konuyla birlikte yeniden teşrih ediliyor. Bu üçlünün birisi devletin hukuksal gerçekliğini, birisi devletin ideolojisini, birisi de devletin kurucu bilinç ve söylemini ışık altına tutuyor. Bu üç konunun gündelik siyasal pratik içinde bir ortak paydasını arayacaksak bunun, en geniş haliyle (ki, en kötü şeydir), haklar politikasının haklar demokrasisine dönüşümünün sancısı olduğunu söylemek mümkün.

Bu saptamayı yaptıktan sonra sorunların çözümü için getirilen önermelerin yapısal özelliklerinden ve kısıtlamalarından söz açalım.

Dışa kapalı politika

Bunların birincisi, yukarıda değindiğimiz üzere, politikanın kendi içine dönük halidir. Daha açık söylemek gerekirse, Türkiye’de politika korporatist bir anlayışla bütünleşti ve bu da onu dışına kapalı hale getirdi. Bu, günlük politikayla toplumsal öznelerin, çıkar gruplarının, politika aktörlerinin ilişkisinin kopukluğunu gösteren bir durum. Burada bir nokta var: Elbette benim inandığım Marksist anlayış böyle bir yaklaşımı reddeder. Devlet de, politika da son kertede siyasal aktörlerin, sınıfların egemenliği sürecidir. (Tabii, Poulantsaz’ın devletin görece bağımsızlığı tezini unutmuyoruz.) Ne var ki, hem günümüzde kendisini gösteren kapitalist karmaşık toplum özelliği, hem içe dönük korporatizm, sorunun böyle bir noktada düğümlenmesine yol açıyor ve Türkiye’deki gerçek sorun da bu. Siyasetin siyasallaştırılamaması. Bütün iç çelişkisine karşın bu bir gerçektir ve üstünde düşünülmesi gereken ciddi çıkmaz budur.

İkincisi, demokrasi olgusudur. Şimdi birçok yerde, mesela Kürt meselesi veya türban meselesi aşılmaksızın demokrasiye geçilemeyeceğine dönük yorumlar ve onunla birlikte çok dikkat edilmesi gereken bir de hata yapılıyor. Demokrasiye geçişin belli sorunların çözülmesine bağlı olduğu varsayılıyor bu önermeyle birlikte. Bir anlamda önce sorunları çözelim sonra demokrasi gelir deniyor. Bu, demokrasinin özüne de, işlevine de aykırı bir mantık. Her şeyden önce bir toplumda demokrasi eğer toplumsal/siyasal sorunların aşılmasında işlevsel bir etkense anlamlıdır. Yoksa demokrasi sadece biçimsel bir nitelik kazanır. O bakımdan ister Kürt, ister türban, ister Ermeni sorunu olsun bunların çözümünü sağlayabildiği oranda Türkiye’de demokrasiden söz edilebilir. Ya da tersinden söyleyecek olursak, eğer bu sorunlar çözülemiyorsa bu doğrudan demokrasinin eksikliğinin işaretidir. Demokrasinin (egemen değil) etkin olamadığı süre zarfında da sorunlar çözümsüzlüklerini koruyacak veya şöyle söyleyelim, en azından, demokrasinin genişlemesi sorunların çözülmesini de kapsayan bir süreç olacak. Demokrasinin özünden bağımsız bir sorun çözme anlayışı ise, yukarıda andığımız korporatist yaklaşımın hegemonik bir ifadesinden başka bir şey değildir. Öyle bir yaklaşım, herkesin kendince bir çözüm üretmesi ve onu diyaloga kapalı bir biçimde dayatması anlamına gelir. Demokrasiyle demokrasi dışı bir algılamanın arasındaki fark da odur. Ortada bulunmayan, kısacası, çözüm değildir. Çözüm her zaman vardır. Eksik olan ‘demokratik çözümdür’. Bu anlamda, eğer mutlaka öylesi bir hiyerarşi kurulmak gerekiyorsa, Kürt veya türban meselesi demokrasiyi içermez. Ancak demokrasi bu meseleleri zorunlu olarak içerir.

Belki içinden geçilmekte olan postolgusal (fenomenolojik) düzeyde böyle bir yaklaşım ‘kurucu dışsal özne’ kavramı bağlamında doğruymuş gibi görünebilir, ama bu daima kendisinde sonlu bir yaklaşım olacaktır. Kuşkusuz demokrasi de bir üst söylem ve irade tarafından belirlenir, ama bu ancak sınırlı koşullarda ve muhafazakârlığı daha baştan dışlamış (dolayısıyla da demokratik bir öz kazanmış) ahlâk türü kavramlardır.

Türkiye’deki sorunun çekirdeği de budur: Yeni bir demokrasi tanımının öncelik kazanması. İşte bu nedenle andığımız sorunlarla demokrasinin dönüşümü eşzamanlı ve tümleşiktir. Türkiye bunu unutarak ya demokrasiden bağımsız bir pratik tartışması açıyor (Ermeni tezi, Türk tezi haklıdır veya türban takılırsa laiklik zarar görür görmez gibi) ya da demokrasiyi bu olgulardan bağımsız bir soyutlama düzleminde ele alıyor. Belki öncelikli yanlış o. Çünkü, sorunları unutmuş ve onların gerçekliğine sırtını dönmüş soyut bir demokrasi kuramcılığı, kurmacacılık olmaktan öteye gidemez. Bu kısıtlamayı ortadan kaldıracak ise, tekrar edelim siyasalın geri dönüşü ve önceliğidir ama onun nasıl olacağı ise ancak başka bir yazının konusudur.

Yorumlar kapatıldı.