İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Sıkıntılı bir konferans

Etyen Mahçupyan

Geçen hafta Ermeni tehcirine ilişkin bir konferansa daha tanık olduk. Gerçi İstanbul Üniversitesi’ndeki etkinlik, daha önce Gazi Üniversitesi’nde yapılana benzer biçimde, hamasi bir düzenleme mantığı ve müsamere edası ile yapılmamış gözüküyor.

Ama gene de salonun sadece onda birinin dolu olduğu, bindirme kıta öğrencilerden arındırıldığında, kabaca yüz kişilik bir dinleyiciye sahip toplantıların yaşandığı, gazetelere yansıyan fotoğraflardan da açıkça görülmekte. Şimdi meselenin ideolojik sahiplerinin oturup düşünmeleri gerek… Acaba ‘belgelerle’ konuşulacağı deklare edilmiş olan böyle bir toplantıda niçin bir devlet erkanı havası hakim olmakta? Dahası devlet tezlerinin yanı başında gönüllü yer alan bir kısım medyamız bile, acaba neden bu konferansın uzağında durmayı tercih etmekte?

Bu soruların yanıtı epeyce açık. Çünkü bu tür konferanslar önce tertipleyen heyetin ideolojik kimliği, ardından bazı davetlilerin niteliği itibarıyla hem akademik hem de toplumsal meşruiyetin gerektirdiği anlayışın dışında yer alıyorlar. Söz konusu gerekli anlayış bir bilimsel etik düzeyini; tarihe anlamak üzere bakma ve orada gördüğünü diğerleriyle paylaşma cesaretine sahip bir bilim insanını ima ediyor. Tarihi resmi ideolojinin payandası olarak kullanan, hamasetle bilimi ayırt edemeyen, giderek düpedüz gerçek dışı önermeleri tekrarlayan insanlarla ‘konferans’ olmuyor. Bu tespit resmi Ermeni tezinin ideologları için de aynen geçerli… Burada konu neyi savunduğunuz değil, hangi derinlikte, samimiyette ve nesnellik kaygısı içinde savunduğunuz…

İstanbul Konferansı bu işin ne denli zor olduğunu kanıtlayan örneklerle doluydu: Emekli bir askerin “Türkler Ermenileri uğurlamışlardır, komşuluk vardır. Paşa paşa, geze geze gittiler” dediği; bir akademisyenin “Ermeniler tarihte efendilerini hep değiştirmişler ve efendilerini satmışlardır” diye konuşabildiği bir düzeyden söz ediyoruz… Devlet Arşivleri’nden sorumlu zatın 1.673 kişinin divanı harpte yargılanması olayını bir tür devlet sorumluluğu nişanesi olarak sunması ise herhalde ancak mizahi bir durum olarak yorumlanabilir. Çünkü bu kişilerin Ermenilere yaptıklarından ötürü değil, İttihat Terakki Merkez Teşkilatı’na ait olduğu varsayılan Ermeni mallarını zimmetlerine geçirmeleri nedeniyle yargılandıklarını bilmek için mahkeme kayıtlarına bakmanız yeterli.

Öte yandan Türk Tarih Kurumu’nun başkanı hâlâ tehcirde ölenlerin sayısını İngiltere’de gripten ölenlerle mukayese etmekte, “Saldırılar sonucu ölenler 6.500-8.500 arasıdır” diyerek, daha önceleri “Sadece suçlular tehcire gönderildi” türü cümlelerden oluşan haznesini genişletmeyi sürdürmekte. Aynı kurumun bir diğer yöneticisi ise, “Türk milleti dünyanın en asil milletidir, böyle bir milletin soykırım yapması mümkün değil arkadaşlar” şeklindeki ‘bilimsel mantığı’ herhalde tüm dünya akademisyenlerine ibret olsun diye kullanmakta.

Bu söylemin ‘kaliteli’ versiyonu da resmi ideolojinin duayenliğine soyunmuş emekli büyükelçinin pozisyonunda yansıyor: Buna göre bir toplu cinayetin soykırım sayılması için ırkçılık şarttır; Osmanlı’da ırkçılık olmadığına göre demek ki yaşanan soykırım değildi; soykırım olmadığına göre ortada suç da bulunmamakta. İttihat Terakki’nin ve Teşkilat-ı Mahsusa’nın bariz şovenizmini bir yana bıraksak bile, bu yaklaşım bir hukuksal tanımdan hareketle tarihi ve yaşanmış gerçekliği buharlaştırmayı bir devlet hizmeti olarak gören birinin anlam dünyasını yansıtmaktan öte hiçbir şey söylemiyor…

İnsanlar böyle bir konferansa niçin katılsın? Gelip dinlemek üzere zamanlarını neden harcasınlar? Bilimsel etik ve düzeyi göz ardı eden, entelektüel namusun kendine bakarak başladığını bile idrak etmeyen bu tür yaklaşımlara niye iltifat etsinler?

Yorumlar kapatıldı.