İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

KÜRT HACI İBRAHİM’İN KIZI ERMENİ ŞİRİN’İN ÖYKÜSÜ

Adı: Sarı Gelin – Sari Gyalin

Yazarı: Kemal Yalçın

Sayfa: 288 sayfa

Baskı: 2. baskı

Türü: roman

ISBN: 975-6158-05-0

Fiyatı: 18 YTL

Yayınevi: Birzamanlar Yayıncılık (info@birzamanlaryayincilik.com)

“Emanet Çeyiz” ve “Seninle Güler Yüreğim”in yazarı Kemal Yalçın’dan
“Gizli Ermeniler”e dair bir roman

Birzamanlar Yayıncılık, “Emanet Çeyiz” ve “Seninle Güler Yüreğim” adlı romanların yazarı Kemal Yalçın’ın bir kitabını daha yayınladı. İlk baskısı 2004 yılında Almanya’da yapılan “Sarı Gelin – Sari Gyalin” Türkiye’deki okuyucularla ilk kez bu baskıda buluşuyor.

Şirin, Almanya’da doğup büyüdü. Kendisini Adıyamanlı Kürt Hacı İbrahim’in kızı olarak biliyordu. Annesinin ve babasının Ermeni olduğunu, kendilerine “Bizimkiler” dendiğini, 12 yaşında tesadüfen öğrendi. Çok üzüldü. Saçlarına aklar düştü.

Kimliği unutturulmuş, kişiliği parçalanmış Şirin’in kendini ve kültürel kimliğini arayışının öyküsü, bizi Köln’den Adıyaman Kâhta’ya, doksan yıl öncesinden günümüze sürükler ve “Bizimkiler”le tanıştırır. “Bizimkiler” 1915 faciasından kurtulduktan sonra zorla Müslümanlaşan; görünürde Müslüman, aslında Hıristiyan olarak Anadolu’da yaşamak zorunda kalan Ermenilerdir. Baskı altında tutulmuş, kimlikleri inkâr edilmiş bu insanlardan birçoğu olağanüstü bir çaba ile kendini yetiştirmiş; çalışkanlıkları, yaratıcılıkları, mesleki ve sanatsal becerileriyle toplum hayatında kendilerine yeniden yaşama alanı yaratmışlardır. Onlar büyük bir yangının küllerinde açan yediveren gülleri; kayaların bağrında kendilerine yaşama alanı yaratan ulu ağaçlar gibidir.

İsmini Türkçe “Sarı Gelin”, Ermenice “Sari Gyalin” türküsünden alan bu kitapta, Adıyamanlı “Bizimkiler”in gerçek hayatlarından manzaralar ve insan halleri kaleme alınmıştır.

KİTAPTAN PASAJLAR

Şirin’in annesi ne zaman, nasıl öğrenmişti Ermeni olduğunu…
“Ermeniyiz” desek, Ermeni değiliz; “Müslümanız” desek Müslüman değiliz! Biz, işte bu kaderin insanlarıyız. Unutturmuşlar anadilimizi. Kürtlerin içinde yaşaya yaşaya Kürtleşmişiz. Anadilimiz Kürtçe olmuş. Dilimiz Kürt, özümüz başka. Türkçe konuşuruz, Türk değiliz. Türkler bize Kürt der; biz kendimize Kürt demeyiz. Biz biliriz birbirimizi… Biz kendimize “Bizimkiler” deriz. Özümüz, soyumuz, kökümüz Ermeni, dilimiz Kürt, dinimiz Müslüman… İnsan istemeden ne kadar Müslüman olursa, işte o kadar Müslümanız.

Ben yedi yaşındayken öğrendim Ermeni olduğumu.

İlkokula giderken, her gün and içerdik. “Türküm, doğruyum, çalışkanım!” diye. Evimizde Kürtçe konuşulurdu. Evde kendimi Kürt bilirdim. Okula başlar başlamaz, Türk olduğumu duydum. Evde Kürt, okulda Türk büyürken bir gün aslımızın Ermeni olduğunu öğreniverdim.

Komşumuzun kızı Fatma ile birlikte oynardık. Bir gün evimizin önünde karıncaları öldürüyorduk.

“Gel şu kırmızı karıncaları öldürelim. Bunlar gâvur karıncaları. Siyahları bırakalım. Onlar Müslüman karıncaları!” dedi Fatma.

Karıncaların “gâvur”, “Müslüman” diye ayrıldıklarını ilk duyuyordum. Şaşırdım:

“‘Gâvur’ ne demek?” dedim.

“E siz de gâvursunuz ya! Kırmızılar sizin, siyahlar bizim karıncalarımız! Müslüman karıncalar gâvurları öldürecek!”

Anlamadım ama canım sıkıldı. Karıncaları öldürmek istemedim. Oyunu bırakıp, hiçbir şey demeden Fatma’nın yanından ayrıldım.

(s. 59-60)

Şirin’in hazırladığı mezar
Adıyaman’a tatile gitmişlerdi. İlkokula henüz başlamamıştı.

Şirin’e göstermeden bir kaz kestiler, akşama yemek için. Yemeğini yedikten sonra Şirin’in haberi oldu. Bilse kestirmez, kesilmiş olsa bile etini yemezdi.

Ertesi gün sabahleyin, avluda oynarken, kazın kesik başını gördü. Annesine gitti.

– Anne kazın kesik başına bir mezar yapalım! dedi.

Sultan Hanım:

– Git kızım, şimdi benim işim var. Sen istediğin yeri kaz, istediğin gibi göm; istediğin gibi mezar yap! diyerek Şirin’i başından uzaklaştırdı.

Bir zaman sonra Şirin geri geldi:

– Anne, dedi, gel bak ben kazı gömdüm. Bir mezar yaptım!

Evde bulunanlar gülüştürler.

– Hele Şirin’in yaptığı kaz mezarına bakalım! dediler.

Şirin bir mezar yapmış. Başına da tahtadan bir haç dikmişti. Görenler gülüyordu:

– Tu tu tu! Çocuk aslını biliyormuş, aslını.

– Şükür! Bin kere şükür! Şirin aslını biliyor, aslını!

– İnsanın kanı çeker aslına! Bakın Şirin’in kanı da aslına çekmiş!

– Maşallah! Bin bir kere maşallah! Kanı aslına çekmiş!

Şirin, kaz mezarının başına haç dikti diye herkesin sevinmesini pek anlayamamıştı. Aslında Şirin, Almanya’da hiç Müslüman mezarı görmemişti o güne kadar. Okula giderken gördüğü mezarların başındaki haçları biliyordu sadece. Ama çok sonraları, bu haç dikme olayının “Bizimkiler”i neden bu kadar sevindirdiğini anlayacaktı. Şirin farkına varmadan, Adıyamanlı “Bizimkiler”in içlerindeki özlemi gerçekleştirmişti.

(s. 68-69)

Şirin’in dayısının cenazesi

Şirin’in dayısı, ölünce amcaları, akrabaları derin derin düşünmeye başladı. Cenazeyi nasıl kaldıracaklardı? Müslüman usulüne göre yapsalar, imam ölüyü yıkarken sünnetsiz olduğunu görür ve yıllardır gizledikleri sırlarını anlardı. Oldum olası “Elhamdülillah Müslümanız!” diyen “Bizimkiler”in gerçekte Hıristiyan olduklarını herkese duyururdu.

Ne yapacaklardı?

Cenaze odanın ortasında yatıyordu.

Hayır! Gerçek kimliklerini, esas inançlarını komşuları bilmemeliydi. Gerçekler acıydı ama ölenle ölünmüyordu. Kalanlar, Müslümanların içinde, Adıyaman’da yaşamaya devam edeceklerdi. Çözümü zor dile getirdiler:

Cenaze, gece gizlice götürüp mezarlığın kıyısına gömülecekti…

Yakın akrabalardan beş erkek bu işi yaptı.

(s. 76)

Çarşafın altında boyunlarına haç takanlar
“Bizimkiler”den bazı akrabaları beş vakit namaz kılmaya başlamıştı.

Adıyaman’da “Bizimkiler”in namaz kılmalarının nedeni korku, güvensizlikti.

– Ne yapalım yengem? Hıristiyanlıktan Hıristiyanlık mı kaldı? Hazreti İsa’ya saygımız, inancımız sonsuz. Ama ibadetimizi yapacak, doğan çocuğumuzu vaftiz edecek bir kilisemiz mi kaldı? Kiliselerin temellerini bile söküp yok ettiler. Geçmişi hatırlatacak bir iz bile bırakmıyorlar. Adıyaman’da kala kala bir Süryani kilisesi kaldı. Haydi gidebilirsen git! Ertesi gün başına gelmedik kalmaz. Namaz kılıyoruz, oruç tutuyoruz. Allah görüp biliyor içimizi dışımızı. Ne yapalım?

“Bizimkiler”den bazı kadınlar ise siyah çarşaf örtünmeye başlamıştı. Sebebini sorduğunda, “Ne yapalım Şirin, Daciklerin gözü üstümüzde” cevabını alıyordu.

Bazı kadınlar ise, çarşafların altında boyunlarına haç takıyordu. Hıristiyanlık geleneklerini, kimseye göstermemeye çalışarak sürdürüyorlardı. Paskalya Yortusu geldiğinde yumurtalar boyanıyordu.

(s. 95)

Adıyamanlı Hripsime, annesini anlatıyor:

Annem sevkiyette üç yaşındaymış. Kafile giderken bir Kürt annemi almış. Bebek isminde bir Kürt köyüne götürmüşler. Anneme bu Kürt aile yedi sene bakmış. Büyütmüş.

Annemin annesi diğer Ermenilerle birlikte sevkiyete gitmiş. Ortalık düzelince, Adıyaman’a dönmüşler.

Bir yandan yer yurt edinmek, ekmek parası kazanmak için çalışırken; bir yandan da herkes yolda belde kaybolan; onun bunun el koyduğu kızını, kardeşini, karısını, oğlunu, gelinini aramaya başlamış. Annemin halası, sora sora, araya araya; yedi sene önce sevkiyete giderken bir Kürdün aldığı annemin Bebek Köyü’nde yaşadığını öğrenmiş. Hemen Bebek Köyü’ne varmış. Sora sora annemin kaldığı evi bulmuş.

Büyük halam, annemi geri istemiş. Fakat yedi yıldan beri anneme bakan köylü onu vermemiş: “Hayır vermem! Yedi seneden beri ben ona baktım. Büyüttüm. Ben onu oğluma alacağım!” demiş.

“Yedi senede yaptığın masrafını ödeyeyim. Gel sen kardeşimin kızını geri ver!” demiş. Köylü “Kesinlikle vermem!” diyerek büyük halamı evden kovmuş.

Günlerden bir gün, köylerde tellal bağırmaya başlamış:

“Duyduk duymadık demeyin! Evinde Ermeni çocuğu olanlar, Hıristiyan çocuğu olanlar muhtara teslim etsin! Duyduk duymadık demeyin! Çocukları teslim etmeyenler cezalandırılacak!”

Tellalı duyan köylü, sabaha kadar uyuyamamış.

“Yahu ben bu kız çocuğuna yedi sene baktım. Büyüttüm. Halası geldi vermedim. Şimdi bu kız benim çocuğum oldu. Kızımı hiç bilmediğim insanlara, muhtara, hükümete nasıl vereyim? Hiç tanımadığım insanlara vermektense, en iyisi bu kızı halasına geri vereyim!” demiş. “Gelsinler kızlarını alsınlar!” diye, Adıyaman’a haber salmış.

(s. 148-149)

Lise öğrencisi Nazhan’ın tarih ödevi

Tarih öğretmenimiz tatilde hazırlamamız için bir ödev vermişti. Tatil dönüşü bu ödevi hem yazılı, hem de sözlü olarak sınıfta anlatacaktık.

Benim ödevimin konusu, “Osmanlı Devleti’nin yıkılış döneminde Ermenilerin yıkıcı faaliyetleri” idi. Tarih kitabımızda bu konuda bir bölüm vardı. Sobanın yanında, sıcacık odada bu konuyu okuyordum. Babam benim kitap okuduğumu görünce sevinmişti.

“Kızım ne okuyorsun?” diye sordu.

“Tarih dersi ödevimi yapıyorum.”

“Ödevin konusu ne?”

“Osmanlı Devleti’nin yıkılış döneminde Ermenilerin yıkıcı faaliyetleri.”

“Ne yapmış Ermeniler? Ne yazıyor o tarih kitabında?”

Kitabı babama verdim. Konumuzu gösterdim. Babam aldı kitabı; gösterdiğim bölümü okudu okudu… Birden bire okuduğu tarih kitabını yanan sobaya çarptı. Öyle bir öfkeyle çarptı ki, kitap param parça oldu.

Babamın böylesine öfkelendiğini hiç görmemiştim. Elleri titriyordu. Her zaman bana, “Oku!” diyen babam şimdi kitabımı parçalamıştı. Çok şaşırdım.

“Ne oldu sana baba?

“Bu kitabı hiç okumayacaksın!”

“Neden okumayacağım?”

“Bu kitabı okumayacaksın! Bu ödevini yapmayacaksın! Öğretmenine ‘Hastalandım. Yapamadım’ diyeceksin. Ben sana doktordan bir rapor alacağım. ‘Kızım hasta olduğundan ödevini yapamadı’ diye bir mektup yazacağım. Bu kitabı yazanlar, bu kitabı yazdıranlar, bu kitabı okutanlar yalan söylüyor.”

Babamın dediklerini yaptım. Doktor raporunu öğretmenime verdim. Babamın okuma dediği konuyu okudum. Okumak zorundaydım. Bu konudan yazılı oldum. İyi not aldım. Ama içim içimi yiyordu. Ben kimim? “Bizimkiler!” denilen bizler kimiz?

Yaz tatilinde babama sordum.

“Baba biz kimiz?”

Anlatmak istemedi. Israr ettim.

“Nazhan kızım, biz özbeöz Ermeniyiz!”

Bunu babamdan ilk kez duyuyordum. Ermeni olduğumu öğrendiğimde tam 15 yaşında idim. Türkçeyi, Kürtçeden daha iyi konuşabiliyordum. Okullarda Türk olduğumu öğrenmiştim. Şimdi ise babam “Biz, özbeöz Ermeniyiz!” diyordu.

(s. 112-113)

Ermenice eğitim veren Atatürk İlköğretim Okulu

Laf döndü dolaştı, sofrada bulunanlardan kimin Ermenice bildiğine geldi. Benden başka herkes “Bizimkiler”dendi. Hepsinin ataları Ermeniydi. Ama sadece bir kişi, Şükrü’nün on iki yaşındaki oğlu Ahmet biraz Ermenice biliyordu.

Merakla sordum:

– Sen nasıl öğrendin Ermeniceyi Ahmet?

– Atatürk İlköğretim Okulu’nda öğrendim!

– Allah Allah! Nerede bu okul?

– İstanbul Şişli’de!

– İstanbul’da Ermenice öğreten bir Atatürk İlköğretim Okulu’nun varlığını duymamıştım. Demek ki güzel gelişmeler oluyor Türkiye’de.

Dambaşındaki “Bizimkiler”in yüzlerinde, gözlerinde acı gülümsemeler belirdi. Ahmet başını önüne eğdi. Yüzü hafif kızardı. Babası gülümseyerek oğlunu zor durumdan kurtarmaya çalıştı:

– Oğlum Ahmet’i, başını kurtarsın diye Şişli’deki Karagözyan Ermeni Okulu’na yatılı olarak gönderdik. Fakat buralarda yanlış anlaşılır diye, “Ermeni okuluna gidiyor” demiyoruz. “Oğlum, soran olursa, Atatürk İlköğretim Okulu’nda okuyorum cevabını ver!” demiştim. Şimdi siz sorunca şaşırdı.

(s. 209)

Yorumlar kapatıldı.