İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Köprü mü, hendek mi?

Bir yanda inanan kitleler bireyselliklerini kutsal olana teslim ettikleri için güruhlaşırken, öte yanda dinsel olanın ille de mutlaklık içerdiğinden yola çıkan laik seçkinler, dinsel olanın tartışılmasına ve içtihada fırsat tanımıyorlar

AYŞE KADIOĞLU

Küreselleşme süreçlerinin dünyayı bugün getirdiği noktada insanların yapacakları her tercih dönüp dolaşıp bu soru etrafında düğümleniyor: Köprü mü, hendek mi? Köprü inşa ederek bağlanmayı, dokunmayı, iletişim kurmayı mı seçeceğiz, yoksa askerlerin kendilerini düşmandan korumak için yaptığı gibi siper, yani hendek mi kazacağız? Uzunca bir zamandır “köprü” bir metafor olarak aklımda idi. Köprünün tersi olan ve insan eliyle yapılmış bir olgunun ne olabileceğini ise askerlik yapmış bir erkek yakınımın yardımıyla telaffuz edebildim: Hendek. Köprü nasıl bağ kurmaya, birleştirmeye dair ise hendek de o denli yaklaştırmamaya, kendi içine kapanmaya, çevrenin düşmanlarla çevrili olduğuna dair varsayımlara dayalı bir olgu. Köprü kurmak ile hendek kazmak arasında yapacağımız tercihler, gerek siyasette gerekse de özel alandaki ilişkilerimizde belirleyici bir faktör olacağa benziyor.

Siyasette, 11 Eylül’den bu yana yaşanan dinamikler, sık sık “medeniyetler çatışması” tezini gündeme getiriyor. Samuel Huntington’ın 1993’de telaffuz ettiği bu kehanet yüklü analiz, o zamanlar epeyce eleştirilmişti. Bu eleştirilerin temelinde modern, yani ulus-devletlerin aktör olduğu toplumlarda, çatışanların medeniyetler değil, son kertede yine devletler olduğu düşüncesi yer alıyordu. Medeniyetler ancak devletler istediğinde çatışmaya giriyordu. Kısacası, çatışmak medeniyetlerin doğasına içkin değildi. Eleştirilerin bir başka çıkış noktası da medeniyetlerin Huntinton’ın yaptığı gibi cetvelle çizilmiş gibi kesin çizgiler ile birbirinden ayrılmasının olanaksız olmasıydı. Bu eleştiriler, insanlık tarihinin medeniyetler arası ilişkiler tarihi olduğunun altını çiziyordu. Yine de, bütün bu eleştirilere rağmen, Huntinton’ın medeniyetler tezi gündemimizden çıkmak bilmiyor bir türlü. Geçtiğimiz haftalarda çıkan karikatür krizleri de bir medeniyetler çatışması gibi yaşandı. Bir yanda ifade özgürlüğüne sahip çıkan Batı, öte yanda peygamber imgesinin karikatürlerde kullanılmasından rahatsız olan Müslüman dünya. Sanki Huntington’ın kehanetleri gerçekleşiyor ve onun özellikle de vurguladığı gibi, çatışma Batı ve İslam medeniyetleri arasında yaşanıyor. Huntington’ın analizinin sık sık akla gelmesinin temelinde, basitleştirmeye, kolaycılığa olan yatkınlığı var. İslam ile Batı medeniyetlerinin çatışmaya olan eğilimine odaklanmak, insanları tarih yapıcı olmaktan uzaklaştırıp, kaderciliğe yakınlaştırıyor. “Ne yapalım işte, medeniyetler arası farklılıklar yüzünden böylesi çatışmalar oluyor, elimizden bir şey gelmez” türünden bir psikoloji, medeniyetler çatışması tezi ile körükleniyor. Evet, özetle, “medeniyetler çatışması” tezi, bizi imkansızlığa, kaderciliğe, aktör olmaktan vazgeçmeye sevkediyor.

İnsanlık tarihinde, bireyin bağlılıklara dayalı modern-öncesi yapılardan kendisini kurtarması ve dünyadaki değişimlerin öncüsü bir aktör haline gelmesi modernitenin habercisi olmuştur. Modern siyaset, bireyin aktif olarak öne çıktığı, tarihi dönüştürmeye soyunduğu siyasettir. Küreselleşme süreçlerinin bugün bizi getirdiği noktada “medeniyetler çatışması” türünden analizlere itibar etmek, bireyleri tarihi değiştiremez kıldığı oranda modernite öncesinin izlerini taşıyor. Bugün medeniyetlerin şiddetli geçimsizliğine odaklandığımızda, kendimiz de bizim kontrol edemediğimiz, o “medeniyet denilen tek dişi kalmış canavara” teslim oluyor ve tarihe etki etmekten, tarih yapmaktan vazgeçiyoruz.

Seçkinlerin afyonu: Din

Karl Marx dinin kitlelerin afyonu olduğunu söylemişti. Ona göre, din, kitleleri hareketsizliğe iten, onları aktör olmaktan vazgeçiren bir olgu idi. Bugün ise dinin, kitlelerden ziyade seçkinlerin afyonu olduğunu söylemek mümkün. Çünkü dünyanın her yerinde, iş dünyasında, sanatta, akademide, medyada, dinsel unsurlara atıfla yapılan açıklamaların öne çıktığını görüyoruz. Medeniyetler tezi gibi tezler de zaten dinsel unsurları öne çıkarıyor. Bu tür açıklamalar, seçkinlerin afyonu oluyor. Dinsel konulara “mutlak” konular olduğu varsayımı ile yaklaşılıyor. Bir yanda inanan kitleler bireyselliklerini kutsal olana teslim ettikleri için güruhlaşırken, öte yanda dinsel olanın ille de mutlaklık içerdiğinden yola çıkan laik seçkinler, dinsel olanın tartışılmasına ve içtihada fırsat tanımıyorlar. Mutlak olan dinselliği değiştiremeyecekleri düşüncesi, onların da bir çeşit imkansızlığa esir düşmesine neden oluyor.

Herkes, Batı-İslam çatışmasının önünü almanın imkansızlığına teslim olmuş durumda.

Karikatür krizlerinde sık sık dile getirildiği gibi, “ifade özgürlüğü” gerçekten de Batılı toplumlarda neredeyse kutsal addedilen bir kazanım. Modern toplumların belirmesi ve bireylerin tarih yapan aktörler olmaya başlaması ile koşut olarak gelişen bir dizi özgürlüğün içerisinde yer alıyor. Boston’da 1980’li yıllarda bazı porno dergilerin yayımlanmasını kısıtlamaya dair bir tartışma alevlenmişti. Bu dönemde, içlerinde feministlerin, eşcinsellerin bulunduğu bir grup kadının, kadını metalaştıran bu dergilerin yasaklanmasına yönelik bir girişimi protesto etmek için, sokaklarda aslında kendilerine hiç yakın bulmadıkları bu dergileri “ifade özgürlüğü” adına yoldan geçenlere dağıttıklarını hatırlıyorum. Dergileri yasaklatmak isteyen zihniyet ise kadınların metalaştırılmasından ziyade, bu dergilerin aile değerlerine zarar vermesinden dem vuruyordu. Aile, din ve ahlâk odaklı düşünenler dergileri yasaklatmak isterken, bu dergileri kadını metalaştırdığı için tasvip etmeyenler ise, “ifade özgürlüğü” adına, değil onların yasaklanmasını istemek, sokaklarda kendi elleriyle dağıtıyorlardı. Batı toplumlarında “ifade özgürlüğü” böylesine kutsal bir konu. Ancak tabii, her kutsal konu gibi o da istismar edilmeye müsait. Nitekim karikatür krizlerinde bunun nasıl yapıldığını gördük. Aslında Batılı devletler, “ifade özgürlüğü” bahanesiyle çevrelerine hendek kazmaya, Batılı olmayanları dışarıda bırakmaya giriştiler.

Ancak, ifade özgürlüğünü savunurken, ille de hendek kazmak gerekmiyor. Köprü inşa etmek de mümkün…Yukarıda sözünü ettiğim, “ifade özgürlüğü” adına sokaklarda porno dergi dağıtan Amerikalı feminist kadınlardan bir tanesi arkadaşımdı. Aslında hiç dindar olmamasına rağmen, yine aynı yıllarda âşık olduğu bir Müslüman erkek ile sırf daha iyi iletişim kurabilmek için, onunla birlikte Ramazan’da oruç tuttuğunu hatırlıyorum. İletişim kurmaya niyetli olmak ve başka kültürleri merak etmek: Dünyayı şiddetten uzaklaştırmanın sırrı burada sanırım.

Oysa biz sabah akşam, kendi kültürünü anlatanların, kendi çevresine, kendi ailesine, kendi tarihine odaklananların öykülerini dinliyoruz. Çevremizdeki bellek projelerinin birçoğu “Ben-lik” projeleri. Herkes kendisini anlatmayı seviyor. Hep “ben-lik” var. Kendimizi “ben-lik”ten kurtarıp “sen” ağırlıklı projelere yönelmek için öncelikle “başka” olanı “merak” etmek gerekiyor. İlk-orta-lisede daha ziyade “ben”e odaklandıktan sonra “sen” ile iletişim kurmakta zorlanıyoruz. Bugün, bize sunulan birçok görsel malzeme ya köprü kurmayı ya da hendek kazmayı teşvik ediyor. Örneğin, bir yanda, çok kültürlülüğe ve farklı dilleri anlamaya vurgu yapan reklamlar (son günlerde beliren HSBC reklamları gibi), bir yanda da tamamen ulusal kimlikleri pekiştirmeye odaklanmış olanlar var. Biri köprü kuruyor, öteki hendek kazıyor.

Sol-sağ yerine, köprü-hendek

1789 Fransız devrimi sonrasında dünyada siyaset sol ve sağ arasında bir bölünmeyi getirmiş ve bu bölünme modern siyasetin en belirleyici unsuru olmuştu. 11 Eylül sonrasında ise siyasetin kendi kültürünü yüceltenler ile başka kültürleri merak edenler arasında bölündüğünü söylemek mümkün; yani hendek kazıcılar ve köprü kurucular. Hendek kazıcıları “kötü adam” olarak resmetmeye çalışmıyorum. Bu sağcı ya da solcu olmak gibi bir durum. ‘Kurtlar Vadisi Irak’ örneğinde de görülebileceği gibi, boş vakitleri değerlendirirken, sinemada, tiyatroda da hendek kazmaya katkıda bulunmak mümkün.

Günümüzde, küreselleşme rüzgarına karşı durmaya çalışan ulus-devletler zaman zaman çevrelerine hendek kazmaya girişiyor. Oysa bu rüzgara karşı durmak pek mümkün değil. Medeniyetler çatışması ise öyle zannedildiği gibi “önlenemez” bir çatışma değil. Ulus-devletler ve sivil toplum kuruluşları, kendi içlerine dönüp çevrelerine hendek kazdıkça bu çatışma körükleniyor. Bu çatışma körüklendikçe de insanlar aktör olmaktan vazgeçiyorlar. Dinsel farklılıkların değişmezliğine olan inanç onların afyonu oluyor. Günümüzde siyasetin ekseninde hendekler ve köprüler var. Ben siyaseti önemsediğim ve insanların tarih yapan aktörler olarak kalmasını tercih ettiğim için, bu yazı ile “köprü”lere daha yakın durduğumu açık ettim sanırım. Siz siyasal tercihinizi yaptınız mı? Hendek kazmaya mı, köprü kurmaya mı daha yakınsınız?

Yorumlar kapatıldı.