İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

`Cesetlerle dolan çay tersine aktı´

Faik Bulut, Kars’ta çocukluk yıllarında bulunan toplu mezarların Ermenilerin mi yoksa Müslümanların mı olduğunu, çıkan paranın cinsine göre ayırt ettiklerini söylüyor. Köy adlarının başındaki ‘kara’ ve ‘kızıl’ takıları da katliam yıllarından kalma

ERTUĞRUL MAVİOĞLU

Araştırmacı yazar Faik Bulut, bazı tarihçilerin ortaya attığı ‘Ermenileri Kürtler kesti’ imasının maddi bir dayanağı olmadığını söylüyor. Ermenileri katleden Hamidiye Alayları’nın Kürt isyanlarını bastırmak için de kullanıldığını anımsatan Bulut, kendisi 10 yaşındayken 115 yaşındaki Zeri ninesinin anlatımını ise şöyle aktarıyor: “Bizimkiler Hamidiye Alayları’na yardım ederdi. Kırmızı Köprü diye bilinen yere giderek pusu kurmuşlar. Öyle vurdular, öyle vurdular ki, cesetle dolan Kars Çayı geri akmaya başladı.”

1915 olaylarının öncesi ve sonrası neydi? Başka hangi azınlıkları kapsadı?

Ermeni meselesinin 1915 ile sınırlanmasını çok yanlış buluyorum. Öncesi ve sonrası vardır. Bir de perspektif olarak genelde Ermeni meselesi global düzeyde ele alınıyor. Ama her bölgedeki Ermeni meselesi, Adana’daki, Afyon’daki, İstanbul’daki, Çorum’daki, Muş’taki, Batman’daki, Kars’taki Ermeni meseleleri birbirinden farklıdır. O nedenle her bölgede yaşananları sanki birbirinin aynıymış gibi konuşmak hatalı sonuçlara vardırır. İşin özünde katliam ve tehcir vardır. Belgeler bunu gösteriyor. Bunun yanı sıra mukatele de vardır. Yani etnik boğazlaşma olmuştur.

Türkler, Çerkezler, Kürtler, yani Osmanlı’nın yanında yer alanlarla sadece Ermeniler arasında bir kavga yok. Nasturiler ve Asurilerle de benzer olaylar yaşanıyor. Bu olaylar Türkiye’nin sınırlarını da aşıyor. Bugünkü Irak Kürt bölgesinde Asuriler İngilizlerle birlik olup Kürtlere hücum etmişler. İran bölgesinde Nasturi ve Ermeniler birlik olup, 1919’ların ünlü İranlı Kürt lideri Simko İsmail’e bağlı birliklerle savaşmışlar. Yani o dönem yaşanan olayları sadece Türk-Ermeni boğazlaşması diye sınırlandırırsak yanlış olur. Bu olayların sınırları hayli aşan bir boyutu var. Uluslaşma, milli bir bencilliği gerekli kılıyor. Bir başkasını ret ve düşman kabul etmeden uluslaşma olur mu? 1877’den başlayan, 1. Dünya Savaşı’nın sonlarına kadar devam eden boğazlaşmalar, bölgedeki uluslaşma kavgası ekseninde değerlendirilmelidir. Rus Çarlığı, İngiltere, İran ve Osmanlı tüm bu çatışmalarda doğrudan rol oynamış, azınlıkların çatışmasını bizzat bu büyük devletler körüklemiş ya da kışkırtmıştır.

Ermeni ve Kürtler arasındaki çatışmaların nedenleri neydi?

Ermeniler’in Büyük Ermenistan projesi de boğazlaşmalarda oldukça etkili oluyor. Ermeni komitacılar Kars’ta, Erzurum’da, Van’da sürekli etnik temizlik gerçekleştiriyorlar. 1890’dan başlayarak, sonraki yıllarda daha da şiddetlenerek devam ediyor. Fakat boğazlaşmanın elbette ki tek kaynağı komitacıların etnik temizlik çabalarıyla sınırlı değil. Kürt şeyhlerinden bazılarının Ermenileri kesmek üzere fetva yayımladıkları biliniyor. Bu şeyhlerden birinin, “Ermeniler yüzümü görmesin, yoksa günaha girerim” diyerek yüzünü peçeyle örttüğü söylenir. Ama bunun yanında Ermenileri koruyan, himayesine alan Kürt ağa ve din adamları olduğunu da biliyoruz. Van bölgesinde, Çatak’ta Kör Hüseyin Paşa, Hacı Musa Bey gibi isimler katliamlar yaşanırken Ermenileri himayesine alanlar arasında sayılır. Said-i Nursi bildiğim kadarıyla 1500 Ermeni’yi himaye edip korumuştur. 1910-1915 arasında özellikle Dersimli olan Kürtler, Seyid Riza ile Ali Şir, Ermenileri hem korumuş hem de onlarla işbirliği yapmıştır. Hatta 1917 Ekim devrimi sürecinde Dersim bölgesinde Ermenilerle birlikte yaklaşık üç ay kadar süren bir sosyalist şûra oluşturmuşlar, ama Erzincan komutanı Ermeni Murat Paşa ile ‘Büyük Ermenistan’ talepleri konusunda anlaşamamışlardır. İran’a karşı 100 bin kişilik bir Kürt ayaklanması çıkaran Nakşi şeyhi Ubedullah’ın Ermenilerle yaptığı önemli bir anlaşma da vardır: “Siz bize silah üretin, biz de size Şemdinli tütünü verelim.” Karşılıklı anlaşmalar sonucunda Ubeydullah’ın ‘Ermenilere dokunulmayacak’ fetvası çıkarmış olması son derece anlamlıdır.

Çok önemli dayanışma örnekleri de yaşanmış, çok hazin öyküler de var…

Ben halk hikmetine çok inanıyorum. Karslı olduğum için bölgede çok araştırmalar yaptım. Çok yaşlı insanlarla konuştum. Annemin ninesi Zeri Nine, ben 10 yaşındayken o 115 yaşındaydı. Çok net anlatırdı. Bizim oradaki köylerin çoğu Ermeni köyleridir. Biz Kürtler çok sonradan oralara yerleşmişiz. Cami boyalı, duvarları kazıdığınız zaman freskler çıkıyor. Zeri Nine şöyle anlatırdı: “Ermeni çeteleri geldiler, bizi samanlığa kapattılar, ateşe verip bırakıp gittiler.” O dönemde bizimkiler Hamidiye

Alayları’na yardımcı olurlarmış. Bu olayı duyunca Kırmızı Köprü diye bilinen yere giderek pusu kurmuşlar. Sadece Ermeni komitacıları değil, sivil Ermenileri de öldürüyorlar. Zeri Nine bu kanlı misillemeyi de şöyle anlatırdı: “Öyle vurdular, öyle vurdular ki, şubat ayıydı. Cesetle dolan ve eksi 30 derecede donan Kars Çayı geri akmaya başladı.” Biz de onlar da kesti demeye getiren anlatımlardı bunlar.

Aslında Kürtler ve Ermeniler birlikte yaşardı. Toprakta don olup olmadığını anlamak kolay değildir. Ermeni Agop bu işte ustaydı. Katarlardı Agop’u öne, tarlalara giderlerdi. Agop pantolonunu sıyırır toprağa otururdu. Agop, bu toprakta don var derse tohum ekilmezdi. Ama Rus Çarlığı ve İngilizler bir tarafı, Osmanlılar diğer tarafı kullanmışlar, iki halk birbirine böyle düşman olmuş.

Şeyh Sait ve Dersim isyanlarına katılan insanlar hatıralarını yazdıklarında Ermenilere yapılan mezalimi çok açık bir biçimde açıklıyor. Bunların bir kısmı Kürtler adına özeleştiri de yapıyor. Ama çoğu hatıratta Ermeni katliamlarında doğrudan Osmanlı suçlanır. Örneğin Şeyh Sait isyanını hazırlayanlardan Cibranlı Halit Paşa’nın ilginç bir yaklaşımı var. Tehcire tabi tutulmuş Ermeni varlığı sona ermek üzereyken Kürtler bu gelişmeler karşısında sevinç duyuyor. Cibranlı Halit ise, “Osmanlılar bazı Kürtlerin de kılıcıyla Ermenileri temizledi, şimdi sıra bize geldi. Önce zo diyenler öldürüldü, sıra lo diyenlerde” diye duyduğu sıkıntıyı dile getiriyor.

Tüm bu yaşananların günümüze etki ve yansımaları nedir?

Öncelikle büyük devletler yaşananlardan ötürü özür dilemeli. Bir de tam sınır kapısına büyük bir ‘barış ve insanlık anıtı’ dikilmeli. Anıta, hem Ermenice, hem Türkçe, hem Kürtçe kardeşliğin önemini anlatan yazılar yazılmalı. Bizim Kars yöresinde eskiden köylerin isimleri kara ve kızıl ile başlardı. Bu köylerin tamamında boğazlaşma yaşanmıştır. Eskiden Ermenilerin yaşadığı bizim köyün 500 metre kuzeyinde temel için kazı yapardık, toplu mezar çıkardı. 500 metre güneyde kazı yapardık başka bir toplu mezar çıkardı. Bu mezarların Ermenilere mi yoksa Kürtlere mi ait olduğunu anlamak da zor değildi. Mezardan Rus parası çıktığı zaman Ermeni mezarlığı, Osmanlı parası çıktığında ise Müslümanların mezarlığı derdik. 12 Eylül döneminde ise Erzurum’da çıkan bütün toplu mezarlar Müslümanların katledilmesine, Ermeni mezalimine kanıt olarak gösterildi.

‘Ninni yerine sürgün dinledim’

İstanbul’da doğdum. Ailem tehciri yaşadığı için tüm bu olanların travmasını ben de içimde taşıyorum. Masal bilmem, ninni yerine hep sürgün ağıtları dinledim. O yıllarda dut ağaçlarının altında buz gibi soğukta nasıl bir kış geçirdiğimizi anlatırdı büyüklerimiz. Nasıl aç kaldıklarını, nasıl mühürlü evlerden yiyecek çalarak hayatta kalabildiklerinden söz ederlerdi. Annemin, anneannemin, teyzelerimin düştükleri Amerikan yetimhanesinde yaşadıklarını o küçücük halimle ezbere bilirdim. Bu anlatılanlar o kadar içimize işlemiş ki, benim neslimden olan Ermeniler arasında ’10 yılda bir tokat yiyeceğiz herhalde’ kavramı yaygındır. Askerlik, Varlık Vergisi, 6-7 Eylül olayları, Kıbrıs mitingleri zamanında Rumlar yerine Ermenilerin dövülmesi gibi olaylar da bu kavramı pekiştirdi. Askerlik sırasında Ermeni olduğumdan ötürü aşağılanmayı bir yana bırakın yüceltildim. Ermeniler arasında pek görülmez ama ben bir muhabere birliğinin kumandanlığını bile yaptım. Komutamlarım beni örnek gösterirlerdi. Varlık Vergisi çıkarıldığı zaman maaşlı olarak bir mağazada çalışan dedemin çektiği zorlukları biliyorum. Bir bekçi düdüğü çaldığında bile korkan o zavallı adama 500 lira vergi konulduğunda hastalanıp yataklara düşmüştü. Baskılardan o denli yıldılar ki, aileler birer ikişer İstanbul’a göçtüler. İstanbul’dan da başka yerlere gittiler ve sonunda geride sadece 60 bin kadar Ermeni kaldı. Sayımız azaldı ama bugün koşullarınız daha iyi. Çocukken tanınmadığımız mahallelerde bütün Ermeni çocuklar farklı isimler kullanırdı. Ben de adıma yakın olduğu için 12 yaşlarındayken Selçuk ismini kullanıyordum. Daha sonra Ermeni olduğumu hiçbir yerde saklamadım. Ama müşteri kaçmasın diye Ermeni olduklarını gizleyen çok insan tanıdım. Jerar’lar Celal, Agop’lar Yakup olurdu.

——————————————————————————–

Tehcir ‘Turan ülküsü’nün sonucu

Ayşe Hür: Ermeniler radikal olmasalar bile tehcirden kurtulamazlardı. Cumhuriyet’in tertemiz doğduğuna inanan bir toplum olarak, Ermeni kırımında yer alan kadroların büyük bir bölümünün Cumhuriyet’in de kadroları olduğunu bilmek istemiyoruz

Araştırmacı Ayşe Hür’e göre Ermeni katliamının gerekçelerinden biri olarak gösterilen ‘Rus işbirlikçiliği’ çok da geçerli değil; çünkü Rus ordusunda savaşan Ermenilerin büyük çoğunluğu Osmanlı değil, Rus Ermenileri. Ayşe Hür, “Ermeni milliyetçiliği bu denli radikal olmasaydı da Ermenilerin tehcirden kurtulmalarının kolay olmadığına inanıyorum” diyor.

Tehcire ilişkin üretilen gerekçeler, yaşananları haklı kılıyor mu?

İmparatorluğun son yüzyılı hakikaten korkunç kayıplarla doludur. Özellikle toprak kayıpları ile ciddi bir şoka giren İttihatçı liderler 1912 Balkan yenilgisinden sonra, Ermeni örgütleri kendilerine daha önceden söz verilmiş idari ve toprak reformu sözünün yerine getirilmesi için baskı yapmaya başlayınca doğuyu da kaybetme korkusu içine düştüler. Ayrıca o yıllarda gerek Müslüman eşrafın ve aşiretlerin gayrimüslümlerin zenginliklerine kıskançlıkla baktığı bir gerçek. Örneğin Cemal Paşa anılarında Birinci Dünya Savaşına girmenin temel nedenleri arasında kapitülasyonlardan ve Ermeni reformlarından kurtulmak olduğunu söylüyor. Halide Edip Adıvar da anılarında o yıllarda Ermenilerin ekonomik üstünlüğüne son vererek piyasayı Türk ve Almanlar adına temizlemeyi hedefleyen anlayıştan söz ediyor. 1908’i coşkuyla karşılayan azınlıklar ise bir süre sonra II. Meşrutiyet’in eşitlikler üzerine kurulu bir toplum düzeninin garantisi olmadığını görünce, yavaş yavaş İttihatçılarla kurdukları ittifakları gözden geçirdiler. Avrupa’da esen eşit haklar rüzgârıyla yelkenlerini doldurarak imparatorluktan ayrılmanın yollarını aramaya başladılar. Ermeni milliyetçilerinin Birinci Dünya Savaşı sırasında zaman zaman Bulgar, Sırp ya da Rus kuvvetlerine katılmaları, Doğu vilayetlerinde çetecilik yapmaları, askerden kaçmaları ve Van ayaklanması gibi kalkışmalar İttihatçılara ummadıkları bir bahane sağladı. Gerçi Rus ordusunda savaşan Ermenilerin ezici kısmı Osmanlı Ermenileri değil, 1000 yıldan beri Rusya’da yaşayan Rus Ermenileri idi. Ayrıca Van ayaklanması hem tecrübesiz vali Cevdet Bey’in şiddet politikaları sonucu çıkmıştı. Ancak Ermeni siyasetçileri devleti arkadan hançerlemiş bile olsalar, bu, devlete tüm Ermeni tebasını ülkeden sürme hakkını verir mi? Bu anlayış o günün az gelişmiş hukuk anlayışına bile uymaz. Bu dışlayıcı politika, güçlü olanın güçsüz olanı imha etmesinin meşru görüldüğü 19. yy. sosyal Darvinizmi’nin tezahürüdür. Benim kanım, Ermeni milliyetçiliği bu denli radikal olmasaydı da Ermenilerin tehcirden kurtulmalarının kolay olmadığı yolunda. Çünkü artık Balkanlar’a ve Ortadoğu’ya doğru genişleme umudu kalmayan Türkçüler için Doğu Anadolu’da yaşayan Ermeniler, Ziya Gökalp’in tanımladığı ve İttihatçı önderlerinin siyasallaştırdığı Büyük Turan ülküsünün önündeki en büyük engeldi. Bunun kanıtı 1914’te Ege bölgesinde yaşayan Rumların Ermenilere isnat edilen suçların hiçbirini işlemedikleri halde yüzyıllardır yaşadıkları topraklardan zorla sürülmeleridir. Ege’deki Rum tehcirini planlayan ve uygulayan Celal Bayar’ın bir itirafname niteliğindeki anıları ise resmi tarihçiler tarafından ısrarla görmezden gelinir.

Ermeni sorununun çözümünde bir türlü yol kat edilmemesinin nedeni ne?

Yıllardır katı biçimde yürütülen inkâr politikaları sonucu Türkiye gerek bilim dünyasında gerek politik düzeyde ‘geçmişin nasıl ele alınmaması gerektiği’ konusunda negatif sembol ülke haline geldi. Türkiye tüm stratejisini bırakın soykırım olup olmadığını, ‘ortada işlenmiş bir suç dahi olmadığı’ hatta ‘asıl Ermenilerin Müslümanları soykırıma uğrattığı’ üzerine kurduğu için, yaşananlardan üzüntü bile duymayan hatta ‘Gerekirse gene yaparım’ diyen bir toplum gibi algılanmakta. Bizim kültürümüzde geçmişle yüzleşme geleneğinin olmamasının bir nedeni İslam’da tarihin sadece pratik bir öneme sahip olması ve kişilerin bir başkasının suçundan sorumlu tutulmaması doktrini olabilir. Diğeri suçlu bulunmanın yaratacağı utanç duygusudur. Ayrıca Cumhuriyetimizin tertemiz doğduğuna yürekten inanan bir toplum olarak, Ermeni kırımında yer alan kadroların büyük bir bölümünün Cumhuriyetin de kadroları olduğunu öğrenmeye tahammülümüz yok. Bunu cezalandırma korkusu, yani toprak veya para kaybı ihtimali izliyor. Ama daha da büyük engel, Türkiye’de şiddetin hem yönetilenler hem de yönetenler tarafından içselleştirilmiş bir kültürel kod olması. Susmanın, görmezlikten gelmenin bizim toplumumuzun temel iletişim biçimi olduğunu düşünüyorum. Yani, yakın tarihte yaşanan şiddet olaylarını bile tartışmayan bir toplumun çok uzak bir geçmişte işlenmiş bir şiddet olayını, hele de suçlu olduğuna inandırıldığı bir topluma karşı işlenmiş bir suçu toplumsal belleğinin derinlerinden çıkarması zor oluyor.

Öte yandan Ermeni çevrelerinde yaygın olarak kullanılan soyut ve tarihsiz ‘suçlu Türk’ kavramı sorunu çözmeye değil, karmaşıklaştırmaya yarıyor. Oysa bütün nüansları kapsayan bir dil ve tavır geliştirmek için her iki tarafın da çaba göstermesi gerek.

Eğer ciddi bir hesaplaşma yaşanırsa bunun sonucunda ne olur?

Diaspora deyince Türkiye’de akla, kalpleri Türk düşmanlığı ile dolu bir kitle geliyor. Halbuki Ermeni diasporası 60 kadar ülkeye dağılmış, değişik tarihsel deneyimlere, kültürlere, dillere, dinlere, alışkanlıklara sahip, değişik yaş ve cinsiyet gruplarından 5-6 milyon insan demek. Diaspora olmak demek acılı bir tarih, durmadan yolculuk etmek, kuşaklar boyu süren güvensizlik duygusu, yeni toplumlara uyum sağlamak için gösterilen yürek burkan çabalar, ve her şeyden önemlisi bitmeyen bir vatan özlemi demek. Birinci kuşak diasporayı birbirine bağlayan esas duygu Anadolu’ya, doğdukları şehre veya köye duydukları büyük sevgi ve hasretti.

Ama bu duyguların ikinci ve üçüncü kuşaklara aktarılması sırasında işe öfke ve nefret gibi duygular da karıştı. Yekpare bir yapı olmadığı için Ermeni tarafının beklentisi nedir sorusuna cevap vermek kolay değil. Ermenistan devletinin en üst kademeleri çelişkili açıklamalar yapıyor. Taşnaksütyun Partisi’nin bir bölümü soykırımla ilgili olarak toprak ve tazminat istiyor. Bunun ciddiye alınacak tarafı yok. Ama Türkiye’nin Ermeni lobilerinin önünü kesmek için savurduğu milyonlarca doları Ermenilere ait olup tehcirden sonra başkalarının eline geçen mal ve mülklerin karşılığı olarak, mağdurlara ya da mirasçılara vermesi hem ahlaki ve hem de akıllıca olurdu. Tarihsel hafızayı bastırmaya ve yeni bir kimliğe doğru gitmek için eski cemaat kültüründen uzaklaşmaya eğilimli olanlar ise sessiz oldukları için ne kadar çoklar kestiremiyorum. Bunlar için Türkiye’nin içten bir özür dilemesi, kırılan kişisel ve ulusal onurlarını onarmaya yeterli olacak gibi görünüyor. Ama karşı tarafın ne düşündüğü, ne istediği bence çok önemli değil, çünkü herkes kendi evinin önünü süpürmekle yükümlü.

Bana ilginç gelen ülkemizde insanların ‘Ama önce o yaptı’ diye düşünerek vicdanlarını rahatlatması. Vatansever geçinenlerin bile Osmanlıyı batıran politikaların sahibi İttihatçıların her suçunu üstlenmekte gösterdikleri büyük heves çok şaşırtıcı ama daha da ilginci, Müminlerin bile Allah’ın gazabından korkmak yerine hukukun dolambaçlı yollarında iz kaybettirmeye çalışması.

YARIN: Taner Akçam, Dilek Zaptçıoğlu

Yorumlar kapatıldı.