İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

`Gâvursuz memleket mi olur?´

Ayhan Aktar, 1915’te yüzde 20 olan gayrimüslim nüfusunun 1927’de yüzde 2.5’e düşmesini, Anadolu’nun Türkleştirme planının ciddi bir kanıtı olarak gösteriyor. Aktar’a göre, o dönem tehcire karşı direnen yerel yöneticilerin heykeli dikilmeli

ERTUĞRUL MAVİOĞLU

Prof. Ayhan Aktar, 1915’te yaşanan tehcirle İttihat ve Terakki’nin Anadolu’nun Türkleştirilmesi planını hayata geçirdiğini söylüyor. Aktar’a göre 1915’te yüzde 20’ler civarında olan Anadolu’daki gayrimüslim nüfus oranının 1927 yılında yapılan nüfus sayımında yüzde 2.5’a kadar düşmüş olması bu olgunun en önemli göstergesi. Aktar, “Gâvursuz memleket mi olurmuş?” diyerek Konya Ereğlisi’nde Ermenilerin tehcir edilmesine karşı çıkan Gökbudak ailesinin lideri Deli Mustafa Ağa’nın heykelinin dikilmesi gerektiğini söylüyor.

İttihatçıları Ermeni tehciri kararını almaya iten süreç neydi?

Ermeni tehcirine giden yolu anlamak için, işe önce 1912 Balkan Savaşları’ndan başlamak lazım. Balkan Savaşları sonrasında Avrupa’daki topraklarının yüzde 83’ünü ve toplam nüfusunun yüzde 20’sinin kaybedildiğini gören son dönem Osmanlı seçkinleri bir varoluş paniği içine girdiler. O günlerde 250 bin Rumeli muhaciri aç ve sefil bir vaziyette İstanbul’a doluşmuştu. Bulgar ordusu Çatalca’ya dayanmıştı ve top sesleri İstanbul’da duyuluyordu. O günlerde Dolmabahçe Camii’nde Sultan Reşat ile birlikte cuma namazı kılan Osmanlı seçkinleri her an şehrin düşeceğinden korkarak ‘Bu herhalde kıldığımız son cuma namazıdır’ diye birbirlerine sarılıp ağlıyorlardı. İşte bu dönemde Türk milliyetçiliği ilk kez bir entelektüel ve kültürel fikir akımı olmaktan çıkarak bir kitle hareketi haline dönüştü. Osmanlıcılık fikri ölmüştü, artık herkes Türkçüydü. Ama bu dönüşüm Türk milliyetçiliği içinde bugün bile varlığını sürdüren varoluşsal eziklik, itilmişlik, hınç ve iç acısı olarak adlandırdığımız özellikleri keskinleştirdi.

Bu dönemde Ermeni milliyetçileri, Taşnak Partisi ne yapıyordu?

Taşnak Partisi’nde yoğunlaşmış olan Ermeni milliyetçileri de aslında İttihatçılarla birlikte çalışarak 1908’de II. Abdülhamid’i tahttan indirmişlerdi ve 1912 yılına kadar İttihat ve Terakki ile koalisyon ortağı idiler. Taşnaklar Balkan savaşlarından sonra kendilerine verilen reform sözlerinin yerine getirilmediğini görerek Batılı devletlerden destek aradılar. Onlar Doğu Anadolu’da idari ve siyasi bir reform istiyorlardı. Taşnaklar, büyük devletlerin yardımıyla İttihat Terakki’ye baskı yaptılar ve başarılı oldular. 1914’te Ermeni Reformu Anlaşması yapıldı. Doğu Anadolu iki vilayete ayrılacak, yönetim Hıristiyanlarla Müslümanların katılımıyla olacaktı. Ayrıca iki yabancı vali atanacaktı ve atandı da. Osmanlı yöneticileri bunu bağımsızlığa doğru giden ilk adım olarak algıladılar. 1914’te acilen I. Dünya Savaşı’na girdiklerinde de bu reform planını rafa kaldırdılar. Savaşa girince İttihatçılar bir anlamda hareket özgürlüğü kazandılar. Artık dış baskılardan kurtulmuşlardı.

İttihatçılar bu boşluğu nasıl değerlendirdi?

İşte bu noktada, özellikle İttihatçıların sivil kanadının geliştirmiş olduğu bir Türkleştirme projesi ortaya çıktı. Bunun esası bir nüfus mühendisliği projesininin hayata geçirilmesiydi. İlk olarak, 1913-18 arasında yaklaşık 5 milyon insan yer değiştirdi. İkinci olarak, Anadolu’nun Türklerin dışındaki etnik gruplarının Türklük şemsiyesi altında toplanması, yani asimile edilmesiydi. Burada İslamiyet’e dayanarak Türklüğü güçlendirme siyaseti izlendi.

Bu süreç Anadolu’da nasıl bir tabloyu ortaya çıkardı?

Osmanlı Devleti’nin 1906 yılında yaptığı nüfus sayımına göre, günümüz Türkiye sınırları içinde nüfus 15 milyon civarındadır. Bu nüfusun yüzde 20’si de gayrimüslimlerden oluşmaktadır. 1927 yılında Cumhuriyet yönetiminin ilk nüfus sayımına göre ise nüfus 13.6 milyona düşmüştür. Tabii ki 10 yıllık savaşta çok insan ölmüştür. Ama 1927 yılında toplam nüfus içinde gayrimüslimlerin oranı yüzde 2.5’e düşmüştür. Ermeni tehcirinde insanların Suriye çöllerine sürüldüğünü ve yok edildiklerini, Türk-Yunan nüfus mübadelesinde ise 1 milyon 200 bin Anadolu Rumu’nun Yunanistan’a yollandığını düşündüğümüz zaman bu sayılar anlam kazanmaya başlar. Kısacası, Birinci Dünya Savaşı’ndan önce Türkiye’nin bugünkü sınırları içinde yaşayan her beş kişiden biri (yüzde 20) gayrimüslimdi; savaştan sonra ise bu oran kırktabire (yüzde 2.5) düştü. Bu düpedüz nüfusun Türkleştirilmesi politikasıdır.

1915’te yaşananlara ad koymanız gerekse, siz ne derdiniz?

Bu konuda halen bilgilenme sürecindeyiz, ama ben bu işin İttihat ve Terakki’nin sivil kanadı tarafından organize edilmiş ve Talat Paşa tarafından merkezden yönetilmiş nüfus mühendisliği amaçlı bir ‘etnik temizlik’ harekâtı olduğunu düşünüyorum. Burada Talat Paşa’nın merkezi bir konumda olduğunu belirtmek lazım. Kendisi Dahiliye Nazırı olarak bir yandan resmen Anadolu’daki valilere tehcir emri yollarken, diğer yandan da İttihad ve Terakki’nin genel merkezinin başı olarak konağına kurmuş olduğu telgrafhane ile partinin yerel örgütlerine kırım emirleri yolladığını ve bu amaçla Teşkilat-ı Mahsusa gibi çeteleri seferber ettiğini biliyoruz.

Tabii ki 1915’te olanları ‘soykırım’ olarak görenler de var. Bir sosyal bilimci olarak hukuk terimlerinin sosyal bilimlerde kullanımını çok yararlı bulmuyorum.

Ermeni meselesine ilişkin sizin çözüm öneriniz nedir?

Türkiye bu konuda çok ciddi bir fırsatı 1990’larda kaçırdı. Demirel-İnönü koalisyonu sırasında Ter Petrosyan Ermenistan’ın lideriydi. Türkiye ile uzlaşma istiyordu. O dönemde hükümeti Ermenistan ile uzlaşmazlık konusunda ikna eden dışişleri bürokratlarının bugün yargılanmaları gerektiğini düşünüyorum. Bunun Halk Bankası’nın içini hortumlamaktan daha büyük bir suç oluşturduğuna inanıyorum. Çünkü onlar, Türkiye’nin Batı dünyası ile ilişkilerine mayın döşediler. Bu, affedilemez bir şeydir.

Ama yine de bir şeyler yapılabilir. Tehcir emrine direnen Osmanlı valilerinin faaliyetleri veya eşrafın Ermenilere yardımları gündeme getirilebilir. Örneğin, Sarkis Çerkezoğlu’nun anılarında Konya Ereğlisi’nde Ermenilerin tehcir edilmesine karşı çıkan Gökbudak ailesinin lideri Deli Mustafa Ağa’dan bahsediliyor. Deli Mustafa’ya Ermeniler için tehcir emri geldiğini söylemişler. O da, “Biz öyle bir şey yapmayacağız” demiş. Sonra da “Bir pilav pişirmek için su yerine tereyağı koysam ama tuz koymasam o pilav yenir mi?” diye sormuş. “Hayır, yenmez,” diye cevap vermişler. “Ulan Türk bulgur olsa, pilav pişirsek, tuz yerine Ermeni’yi koymasak o pilav yenmez. Onlar bu memleketin hem tadı hem tuzu. Gâvursuz memleket mi olurmuş?” demiş. Böylece, Ermeniler Suriye çöllerine sürülmekten kurtulmuşlar.

Ben Konya Ereğli Belediye Başkanı olsam, bir meydana Deli Mustafa Ağa’nın ismini verir ve de heykelini dikerdim. Sonra da sırayla Erzurum Valisi Tahsin Bey, Halep Valisi Celal Bey, Ankara Valisi Mazhar Bey, Yozgat Mutasarrıfı Cemal Bey, Kastamonu Valisi Reşit Paşa ve tehcire karşı çıktığı için Teşkilat-ı Mahsusa tarafından öldürülen Lice Kaymakamı Hüseyin Nesimi Bey’lerin heykellerini dikerdim. Dini bütün Başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan’ın heykellerin açılış törenlerine katılıp birer ‘fatiha’ okuması da gayet şık olurdu diye düşünüyorum.

‘Hâlâ korku var’

Çocukluğumda sokağa çıktığım zaman annemin Ermenice konuşmamam için tembih ettiğini hatırlıyorum. Ama artık bugün böyle sorunlar kalmadı. Türkiye demokratikleştikçe sorunlar da adım adım çözülüyor. Buraya korkarak gelenler bile bu gelişmeleri fark ediyorlar. Buradan kötü anılarla ayrılanlar, sokaklarda her şeyin normal olduğunu gördükleri zaman bu değişimi fark ediyorlar. Ben de çocukluğumda çok abartılacak şeyler yaşadığımı söyleyemedim. Anneannem 1915’i yaşamıştı. O dehşet ortamından kurtulanların korku dolu olmaları ve kendi çocuklarına da bu korkuyu bulaştırmaları çok normaldir. Zaten benim çocukluğum da ‘Vatandaş Türkçe konuş’ zamanlarına rastladı. İlkokulu Ermeni okulunda okudum. Sadece Türk tarihi okuyorduk. Kendi tarihimizi merak ediyordum. Liseyi Notr Dam de Sion’da okudum. Türk arkadaşlarımla barışık, demokratik bir ortamda yaşadığımı söyleyebilirim. Ama Ermeni tarihini okul sıralarında öğrenmem mümkün olmadı. Kendim araştırdım ve Ermeni kültür sanatını ancak böyle öğrenebildim. Daha sonra da Ermeni resim sanatıyla ilgili araştırmalar yaptım. Eşim Rum’dur. Karma evlilik yaptığım için herhangi bir problem yaşamadım. Oğlumuz hem Rum, hem de Ermeni bayramlarında kiliseye gider. Karma evliliklerin kültürlerin yayılması için son derece yararlı olduğunu düşünüyorum. Kapalı kalmanın bir anlamı yok. Arkadaşlıklar açısından da bu böyle. Örneğin Kâzım Karabekir’in torunu Hülya benim canım arkadaşımdır. Hayatım boyunca Ermenileri aşağılamak amacıyla söylenmiş sözler elbette ki beni de yaralıyordu. Ama bu davranışları hiçbir zaman bütün Türklere mal etmedim. Anneannem tehciri Bitlis’te yaşamış. O hep bu olayların nedeni olarak Almanları suçlardı.

1915 soykırım değil boğazlaşma

Türkkaya Ataöv: Emperyalist devletler Ermenilere para ve silah yardımı yaptı. Yaşanan mukatelede her iki halktan da ölen oldu. Ermeniler artık kendi kaynaklarını bile gizliyorlar. Tersini ispatlasanız bile onlar asla soykırım olmadığını kabul etmez

TARIK IŞIK

1915’te zayıf kadın, çocuk ve ihtiyar Ermenilerin üzerine Osmanlı ordusunun gönderildiği iddialarının yanlış olduğunu savunan Prof. Türkkaya Ataöv, “Bizzat Ermeni kaynakları ve 1920’lerde yayımlanmış kitaplar Ermenilerin kalabalık ordular kurdukları, yabancı devletler tarafından desteklendikleri, para ve silah yönünden büyük yardımlar aldıklarını anlatır” dedi.

Ermeni sorununun temelini oluşturan nedenler neler?

1914-1922 arasında bazı yabancı devletlerin Türkiye’ye yönelik politikaları ile şimdiki politikaları arasında büyük benzerlik var. Her ikisinde de amaç Türkiye’yi zayıf düşürmek, bölmek, parçalamak ve toprak kazanmak. Emperyalist devletler Ermenilere para ve silah vererek örgütlenmelerini sağladı. Karşımıza eli silahlı çeteler, hatta ordular biçiminde çıkarılmalarının nedeni de Türkiye’nin paylaşılmasında onlardan yan ama etkili bir güç olarak yararlanma isteğidir. Ermenilere göre kendileri 1915’lerde zayıf, kadın, çoluk-çocuk ve ihtiyardan ibaret silahsız bir gruptu. Üzerlerine ise kendilerinden çok güçlü Osmanlı ordusu sürüldü. Ancak bizzat Ermeni kaynakları ve 1920’lerde yayımlanmış kitaplar Ermenilerin kalabalık ordular kurdukları, yabancı devletler tarafından desteklendikleri, para ve silah yönünden büyük yardımlar aldıklarını anlattır. Ermeniler Osmanlı devletine karşı nasıl büyük bir güçle savaştıklarını övünerek anlatır.

Sizin bulduğunuz kaynaklara göre Osmanlı Devleti’ne karşı savaşan Ermenilerin sayısı kaçtı?

The Lausanne Treaty, Turkey and Armenia ve The Lausanne Treaty and Kemalist Turkey kitaplarında 200 bin ve hatta daha fazla kişiden oluşan Ermeni ordusundan bahsedilir. Bunu ben değil, Ermeni kaynakları söylüyor. Ermenilerle savaşan Osmanlı askerinin ayağında doğru düzgün çarık bile yok. Ama Ermeniler 1920’lerde, ordularının gücünü övünerek anlatıyor. Hatta Ermeniler, emperyalistlerin I. Dünya Savaşı’nı kazanmalarının nedeni olarak bile kendilerini gösteriyor. Bunda bir abartma olabilir. Ama şunu gösterir: Güçlü bir Osmanlı ordusu, zayıf, silahsız, zavallı, barışsever, yaşamaktan başka hiçbir şey istemeyen, çoluk-çocuk ve ihtiyardan ibaret Ermeni azınlığın üstüne durup dururken saldırdı. Yok böyle bir şey.

Nerede bu kaynaklar?

Ermeniler, kendilerinin yazdığı, ancak şimdi aleylerine kullanılan kitapları da yok ediyor. Daha önce, “Bu kitapların yerlerini açıkça söyleyemem” dedim. Ama sanki bu kaynaklar yokmuş gibi, yalan söylüyormuşum gibi bir hava ortaya çıktı. Bahsettiğim kitaplardan biri Cenevre’deki Eski Milletler Cemiyeti kütüphesinde, diğeri de New York Halk Kütüphanesi’nde. Bunlar 1924 ve 1926 tarihli. Orada unutulmuş kalmış.

Olaylar sırasında ölen Ermenilerin sayısı konusunda ne diyorsunuz?

Ermeni çetelerine karşı meşru savunma hakkı kullanıldı. Bu sırada karşılıklı can kayıpları da oldu. Savaş koşulları ve salgın hastalıklardan ölümler oldu. Ancak bunun asıl sorumlusu emperyalist devletlerdir. Yusuf Halaçoğlu, 450 bin kişinin yerinin değiştirildiğini, kayıpların da 10 binden biraz az olduğunu söyler. Türklerin aleyhinde yazılan ‘Mavi Kitap’da da 989 bin 900 Ermeninin yerine vardığı yazılıdır. “150 bin kadarı da İstanbul ve İzmir’de yerlerinde kaldı” der. Bunları topladığınızda ‘Mavi Kitap’a göre 1 milyon 150 bin Ermeni hayatatta kalmıştır. Osmanlı sayımlarına göre savaş öncesi Ermeni nüfusu 1 milyon 300 binin biraz altındaydı. Bizim aleyhimizde yazılan kitap bile ölen Ermenilerin sayısının ne kadar abartıldığını gösteriyor.

Tehcir kararı Anadolu’nun Türkleştirilmesi için bir adım mıydı?

Mübadeleyi Yunanistan’ı Yunanlaştırma olarak neden ele almıyoruz? Mübadelede Türk kökenli Hıristiyan Türkleri de (Karamanlılar) gönderdik. Çünkü anlaşmada ‘Hıristiyan’ deniliyor. Bunlar Türkçeden başka hiçbir dil bilmiyorlardı.

Ermenilere ‘soykırım’ yapıldı mı?

Kesinlikle soykırım yapılmadı. Eğer ortada katliam biçiminde ölenler varsa, ki bir miktar var, bu soykırım değil ‘kırım’dır. Her iki halktan da ölen oldu. Bu da karşılıklı boğazlaşma yani ‘mukatele’dir. Meşru savunma yaptık. Bu bir haktır. Birisi sana silahla saldırmışsa kendini koruyabilirsin. BM antlaşmasının 12/7 maddesi bütün devletlere kendini koruma hakkı tanımıştır. Bu da meşru savunmadır. Ama bütün mesele bundan ibaret değil. Genel çerçeve ‘soykırım’ etiketini yapıştırmak için yeterli değil. Hiçbir zaman hiçbir şey olmadı denmedi.

Peki tehcirden sonra yapılan yargılamalar bir çelişki değil mi?

Hayır hiçbir şekilde değil. Yerlerini değiştiren Ermenilerin mallarını ucuza satın alanlar da yargılandı. Hüküm giyenler, hatta asılanlar oldu. Kamuran Gürün 1397 kişi yargılandı diyor. Ancak bazılarının haksız yere idam edildiği kanısı vardır. Mesela Boğazlıyan Kaymakamı’nın ailesine Cumhuriyet hükümeti maaş bağladı. O mahkemeler bağımsız değildi. Mahkemelerin hangi koşullarda oluşturulduğuna bakmak lazım; İttihat ve Terakki iktidardan düşmüş, Hürriyet ve İtilaf Fırkası mümkün olduğu kadar onları suçlamak istiyor. Memleket işgal edilmeye başlanmış. İşgalcilere yaranmak için zaman zaman avukat tutmalarına bile izin verilmedi. Temyiz hakları yoktu.

Neden ‘soykırım’ hâlâ gündemde?

Aynı güçler bugün de memleketi parçalamak için harekete geçti. Ermeni meselesi sadece bunun bir parçasıdır. Irak gibi, İran, Suriye ve Türkiye’yi de bölmek istiyorlar.

Tehcirde devletin hiç kusuru yok mu?

Osmanlı Devleti’nin Ermenileri güvenilir biçimde yaşatarak hedeflere ulaştıracak gücü yoktu. ‘Parası olan trenle gidebilir’ demiş.

O ortamda Ermeniler parayı nerden bulacaklardı?

Parası yoksa yürüsün diyor. Yöneticiler ancak bu kadarını yapmışlar.

Yeterli önlem almamak sorumluluk da getirmez mi?

Sadece bu çerçeve içinde sorumludur. Bu kadar nokta… Ermenileri ‘Öldürün’ demiyor. Fena muamele yapanların cezalandırılmasını istiyor. Daha savaş sırasında Anadolu’nun bazı yerlerinde ve İstanbul’da mahkemeler kuruldu. Bir kısmı özel kişiler. Osmanlı vatandaşı saldırmış. Büyük çoğunluğu öyle.

Olaylardan Cumhuriyet yönetiminin sorumluluğu var mı?

Belge sahtekârlıkları ile olaylara Atatürk’ü de karıştırmak için müthiş bir çaba var. Mesela Atatürk’ün ayağının yanındaki köpek yavrularını kaldırıp fotomotajla ölü çocuk koymaları veya 1926’da yabancı gazeteceye itirafta bulunduğu gibi. Amaçları soykırım denen şeyin sorumluluğunu Cumhuriyet’e de taşımak.

Sorunun çözümünde uluslararası hakikat komisyonu rol alabilir mi?

Böyle bir komisyonun objektif olup olmayacağına bakmak lazım. Ermeniler soykırım olmadığını ispatlasanız bile bunu kabul etmek istemezler. Çünkü Ermeniler milli kimliklerini soykırıma göre tanımlıyorlar. Onlar için soykırım Ermeniliğin bir parçası. ‘Soykırım yapılmadı’ deseler bu defa kendilerini inkâr etmiş olacaklar.

YARIN: Faik Bulut, Ayşe Hür

Yorumlar kapatıldı.