İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Dava notları

Altan Öymen

Kırk kişilik bir salonda iki yüz kişi – Hâkim: Burası Meclis oturumu değil – Dışarıda ‘şiddet’ eğilimli pankartlar – İçeride söz almadan konuşma girişimleri – Şikâyetçi avukatların müdahale taleplerinin ardındaki temel gerekçe: Avrupa Birliği karşıtlığı

İsmet Berkan, Hasan Cemal, Murat Belge, Haluk Şahin ve Erol Katırcıoğlu hakkındaki davanın ilk duruşmasını dünkü gazetelerde izlemişsinizdir. Benim de bu duruşmadan edindiğim izlenimler var. Bunları duruşma salonunun krokisiyle birlikte anlatacağım.

* * *

Hâkim Muharrem Bulut’un “Burası Meclis oturumu değil, mahkeme salonu” uyarısı haksız değildi. Mahkeme salonu, duruşmanın açılmasından hemen sonra, TRT 3’te örnekleri görülen bol müdahaleli ‘Meclis oturumları’na benzemişti. Salonun başkanlık kürsüsünden bakışla sağındaki ‘şikâyetçi avukatlar’ grubu, başkandan söz almadan harekete geçmişti.

Grubun başı olarak ün yapmış olan Kemal Kerinçsiz, Başkan’ın uyarısına da aldırmadan bir söylev vermeye başlamıştı. Hâkim, “Size söz vermedim, konuşamazsınız” dese de, arkadaşlarından aldığı destekle, söylevini sürdürüyordu.

Meclis’in TRT 3’te yayımlanan oturumlarından bazılarında görülür: Bir grup sözcüsü, başkanın “Dur” uyarısına aldırmadan başladığı nutka devam edip, söylemek istediğini söyler. Sözleri tutanağa geçmese bile gazetelere geçer.

Başkan’ın, salonu Meclis oturumlarına benzetmesi, belli ki, bu yüzdendi. Ama biz salona dinleyiciler tarafından bakınca, başka bir benzerlik daha görüyorduk:

Salondaki -yaklaşık otuz kişilik- iki karşıt avukatlar grubunun konumu, tam bizimki gibi olmasa da (bizdeki yer düzeni ay biçimindedir), tıpkı ‘Avam Kamarası’ndaki gibiydi. Onu da hepimiz filmlerde görmüşüzdür: İki grup karşı karşıya oturup birbirlerinin gözlerinin içini görürler. Ortada bir masa vardır. Yerlerinden ayağa kalkıp birbirlerine karşı konuşurlar.

Durumun Avam Kamarası’ndan farkı şuydu: Otuzar kişilik avukatlar grubuna ayrılan yerde, sadece üçer dörder sandalye vardı. İki tarafın da büyük çoğunluğu duruşmanın tamamını ayakta izlemek zorundaydı.

Dinleyiciler de öyle… Arkada, oturacak yirmi beş otuz yer, teorik olarak basın mensuplarına ayrılmıştı. Fakat basın mensupları da, orada yer bulanların çoğu da ayaktaydılar. Çünkü otursalar, hiçbir şeyi görüp işitmeyeceklerdi. Önlerinde, ayaktaki izleyicilerin birbirleriyle -zorunlu olarak- omuz omuza oluşturdukları sımsıkı bir duvar vardı.

Böylece, altmış kadar avukatla birlikte, gazetecilerin ve salona dinleyici olarak girebilenlerin sayısı, iki yüze yaklaşıyordu. Bu yoğunluğun sonucu olan havasızlık sorununu çözmek için pratik bir yol bulunmuştu: Salonun iki kapısı ile onların karşı tarafındaki bir pencere, cereyan yapacak şekilde açılmıştı. Gerçi bu, cereyanın ortasında kalıp, kış soğuğuna uğrayanları zatürree tehdidi altında bırakıyordu ama, ötekilerin havasız kalmasını önlüyordu.

* * *

Duruşmada fotoğraf çekilmesi yasak. Ama biz salonun bu durumunu kuş bakışıyla gözönüne getirmenin bir çaresini aradık. Adliye muhabirimiz Demet Bilge Ergün’le birlikte, grafik şefimiz Turgay Tüysüz’e gördüklerimizi anlattık. O da yandaki krokiyi çizdi.

Tabii, bu krokide, duruşmanın çok öncesinden itibaren Bağcılar Adliyesi’nin içinde ve etrafında geniş güvenlik önlemleri alan Çevik Kuvvet mensubu güvenlik güçleri görünmüyor. Onlar dün, mahkeme binasının dışından çekilen fotoğraflarda ve filmlerde göründüler. Ama binanın içinde ve mahkeme salonunun dışındaki koridorlarda hep vardılar.

İyi ki de vardılar. Çünkü, dünkü gazetelerde fotoğraflarını görmüşsünüzdür: Dışarıda toplanan bazı göstericilerin, duruşmanın sanıkları hakkında taşıdıkları suçlayıcı pankartların içerideki ‘hukuk’ konusuyla hiçbir ilgisi yoktu. Hukuk bir yana, düşüncelerini açıklamak için yapılması yasal olan demokratik gösteri etkinlikleriyle de bir ilgisi yoktu.

Hele pankartlardan birinde bir ‘Ali Kemal’ benzetmesi vardı ki, anlamı belliydi. Ali Kemal, Milli Mücadele’ye karşı çıktığı gerekçesiyle İzmit’e kaçırtılan ve oradaki bölge kumandanının davranışıyla ‘linç’ ettirilen bir gazeteciydi.

Başta Atatürk ve İsmet Paşa olmak üzere, Milli Mücadeleciler, bu ‘yargısız infaz’ı hiçbir zaman onaylamamışlardı. O talihsiz olayı, bugünkü barış koşulları içindeki hukuk devletimizde, düşünce özgürlüklerini kullanan değerli gazetecilerimizin adıyla birlikte hatırlatmak, en hafif deyimiyle sorumsuzluktu. Bunu kimler yaptıysa ve yaptırdıysa, amaçlarının ‘kanunların uygulanmasını sağlamak veya düşünce açıklamak’ değil, ‘şiddet kullanmak’ olduğu izlenimini veriyorlardı.

* * *

Dışarıdaki gösterileri bir yana bırakıp salondaki gösterilere dönelim. Onlara da ‘gösteri’ diyoruz. Çünkü, yukarıda belirttiğimiz gibi, daha duruşma başlar başlamaz, hâkimden söz de almadan ve onun uyarılarına da aldırmadan konuşan avukat Kemal Kerinçsiz’in, salondaki dinleyicilerden birini işaret ederek söylediği ‘söylev’in özeti şuydu:

“Burada yabancı insanlar var. Türk mahkemelerini işgal ediyorlar. Müstemleke memuru gibi gelmişler. Türk adaletinin üstüne karabulut gibi çökmüşler. Bunlar salondan çıkarılsın.”

Kastettiği kişilerin başında, Avrupa Birliği-Türkiye Karma Parlamento Komisyonu Eşbaşkanı Joost Lagendijk geliyordu. Daha önceki duruşmalara da gelmişti. O arada bizim de eleştirdiğimiz bazı sözler söylemişti. Ama duruşmalara girmesini önleyici bir neden yoktu.

Ceza Muhakemesi Kanunu’nun 182’nci maddesine göre ‘Duruşma herkese açık’tı. Sadece Türk vatandaşlarına değil, ‘herkes’e…

Duruşmanın açıklığı, aynı maddeye göre ancak, genel ahlakın veya kamu güvenliğinin gerekli kıldığı hallerde mahkemece alınacak gerekçeli bir ‘kapalılık’ kararı alınırsa ortadan kalkardı. O vakte kadar, duruşmayı herkes gibi, Lagendijk da, başka yabancılar da izleyebilirdi.

Üstelik Türkiye şu sırada Avrupa Birliği’yle üyelik müzakereleri yürütmekte olan bir ülkeydi. Resmi deyimiyle, Avrupa Birliği’nin ‘katılımcı ülke’siydi. Ayrıca, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne imza atmıştı. AİHM kararlarına uyma taahhüdü altına girmişti.

Bu ilişkiler dolayısıyla, Türkiye’nin temsilcileri de bir başka ülkedeki hukuki işlemleri yakından takip edebilirlerdi, AB’nin veya başka AB ülkelerinin temsilcileri de Türkiye’deki hukuki işlemleri…

Şikâyetçi avukat Kerinçsiz, bunları bilmiyor muydu? Elbette biliyordu. Ama o söylevi, Lagendijk’ın salondan çıkarılmasını sağlamak için değil, amaçladığı ‘gösteri’yi yapmak için hazırlamıştı.

Gösterisinin gerekçesine gelince… O da gizli bir şey değildi. Kerinçsiz ve arkadaşları bunu, hem daha önce yaptıkları açıklamalarda, hem de ‘şikâyetçi’ olarak açılmasını sağladıkları davaya ‘müdahil’ olarak katılmak için, mahkemeye verdikleri dilekçede açık açık yazmışlardı:

Özetle, Türkiye’nin AB’ye girmesine karşıydılar. Kendilerini AB ve ABD dahil, emperyalist güçlere karşı mücadele etmenin öncüleri olarak görüyorlardı. Davaya ‘müdahil’ olma talepleri de, Türk devletini saldırılardan korumayı ‘görev’ saymış olmalarının sonucuydu.

Bu konuya, bir başka yazıda devam edeceğiz.

Yorumlar kapatıldı.