İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Yararlı ve zor bir tartışma

Ordu-AB ilişkisini tartışmak yararlı, ancak, AB üyeliğinde askerlerin ‘veto’ gücüne sahip olduğu varsayımından ne kendi başına demokratik bir Türkiye, ne de AB üyesi bir Türkiye yaratılabilir

İHSAN D. DAĞI

Son günlerde ordunun Avrupa Birliği (AB) projesine bakışı üzerine sağlıklı bir tartışma başladı. Öne çıkan görüş, özellikle AB projesine destek veren birçok kişinin gönlünden geçenler; ordu, AB üyelik hedefine ve bu çerçevede yapılan reformlara destek veriyor. Bu, olgusal bir gerçeklik mi, yoksa AB projesinin ‘Türkiye koşullarında’ devam edebilmesi için bir gereklilik mi? Her ikisi de değil. Üstelik böyle bir yaklaşım bir yandan Türkiye’nin AB üyeliğini zora sokuyor, öte yandan da AB sürecinde askeri otoritenin sivil denetim altına alınması hedefinden de bir sapma anlamına geliyor.

AB üyeliğinde askerin ‘veto’ gücüne sahip olduğu varsayımından ne kendi başına demokratik bir Türkiye, ne de AB üyesi bir Türkiye yaratılabilir. Türkiye’yi AB içinde görmek isteyenlerin ordunun tasdikine duydukları ihtiyaç ise bu projenin ulusal/toplumsal dinamikleri konusundaki kuşkuları pekiştiriyor.

Generaller ne diyor?

Ordunun AB projesini desteklediği olgusal bir gerçeklik değil; ordu, AB üyeliğini destekliyorsa, ‘AB hülyasıyla çıkarılan yasalar’dan söz eden, reform yasalarının ‘devletin otoritesini zayıflattığı’ndan şikâyetçi olan ve ‘AB’nin Türkiye’yi böleceği’nden emin üst düzey generallerin tutumunu nasıl açıklayacağız? Emekli olup artık serbestçe görüşlerini açıklayabilen generaller arasında AB konusunda olumlu kanaat açıklayan, reformları destekleyen, AB’nin ‘kötü niyetleri’nden söz etmeyen kaç general (Atilla Kıyat belki de tek) hatırlıyorsunuz? Eli kalem tutan, ağzı laf yapan neredeyse tüm emekli generallerimizin AB’yi ve AB sürecinde yapılan reformları, atılan adımları (Kıbrıs’ta Annan Planı’nı desteklemek gibi) endişe ve korkuyla tasvirleri anı kitaplarında ve gazete arşivlerinde bulunabilir. AB üyeliğimizin kilit sorunlarından olan Kıbrıs meselesinde ‘Kuzey Kıbrıs olmadan Türkiye savunulamaz’ türü klasik stratejik analize orduda inanmayan var mı sizce?

Helsinki sonrası

AB işinin ciddiye bindiği 1999 Helsinki sonrası döneme gidelim. 2001 yılı başlarında Harp Akademileri Komutanı Orgeneral Nahit Şenoğul’un Türkiye’nin AB adaylığının açıklanmasını nasıl yorumladığını hatırlar mısınız? Karara Türk milletinin sevindiğini belirten Şenoğul devam etmişti: “Ama bizden daha çok, Yunanistan sevindi. Kıbrıslı Rumlar sevindi. Bölücü terör örgütü sevindi. Laik Cumhuriyeti yıkmak isteyenler sevindi.” Şenoğul, “Bölücü terör örgütünün istekleri ile Avrupa Birliği’nin bizden istekleri birbiriyle örtüşmektedir” dedi. Bu ifadelerden sonra AB projesi desteklenebilir mi? Emekli korgeneral Suat İlhan’ın ‘Avrupa Birliği’ne Neden Hayır?’ sorusuna verdiği cevap malum: ‘Bir kişi hem AB üyeliğine yandaş hem de Atatürkçü olamaz. AB üyeliği ile Atatürkçülük sadece çelişmezler, aynı zamanda çatışırlar.’

Eski MGK Genel Sekreteri Orgeneral Tuncer Kılınç’ın AB yerine Rusya ve İran’ı önerdiği meşhur konuşmasını bilmem hatırlatmaya gerek var mı? Bu örnekleri uzatmak mümkün. Aşağıda çok yeni bir örnek daha vereceğiz.

Ordunun desteği olmadan AB projesi yürür mü? Temel soruyu sormaktan kaçınmayalım: ordunun desteği olmadan AB projesi yürür mü? Cevap; evet, yürür ve hatta yürümektedir. AB projesi artık bir ‘devlet projesi/politikası’ değildir. Helsinki sonrası dönemde AB süreci, devlet elitleri katında oluşan bir uzlaşının sonucu ilerlememektedir; tam da aksine AB sürecinde ilerleme, devlet elitlerinin direncine rağmen kaydedilmiştir. Çünkü, Helsinki sonrası AB üyeliği bir ‘toplumsal proje’ haline gelmiştir. Devlet elitlerinin AB’ye yönelik tereddüt ve korkuları da beklentilerin aksine kamuoyunun AB’ye verdiği desteği artırmış, bu desteğin rasyonelini pekiştirmiştir. Dolayısıyla AB projesinin yürümesinde devlet elitleri ve ordu bugün için ‘ilgili’ bir pozisyonda değildir.

Hatta, AB üyeliğine yönelik büyük toplumsal desteğin gerekçelerinden birisidir, devlet elitlerinin halka rağmen, halk için, halk adına karar verdikleri siyasal yapıya son vermek.

Ordu, Türkiye’nin AB projesine karar verecek temsili bir kurum değil; böyle bir yetkisi yok. Varmış gibi davranmak ve konuşmak orduyu siyasetin içinde ve üstünde bağımsız bir güç olarak görmek demektir. Ordu, siyasetin tanımlanmış bir aktörü değildir, görevi yurt savunmasını en yetkin bir şekilde yapmak üzere hazırlanmaktır. AB üyeliği gibi kararlar ordu tarafından değil toplum, toplumun siyasal temsilcileri tarafından verilir. Bu süreçte orduyu bir ‘veto gücü’ olarak nitelemek, başa dönmektir; Türkiye’ye özgü vesayetli demokrasi anlayışı. AB üyeliğiyle tam da buna bir son vermek istemiyor muyduk? Türkiye’de vesayetli demokrasi hâlâ mümkündür, ama bu ‘demokrasi’yle AB üyesi olunamaz.

Uzlaşma ve bürokrasi

AB üyeliği hedefi toplumsal bir uzlaşıya dayanıyorsa bürokrasinin ‘tasdik’ine gereksinim duymaz. Dahası, bu süreci taşıyacak olan da sivil/asker bürokrasi değil toplum ve onun siyasal temsilcileridir. Ordunun AB projesinin gerektirdiği dönüşüme sıcak bakmadığı/bakmayacağı gerçeğiyle yüzleşmeksizin bu süreçte ilerleme kaydetmek zordur. Ordunun AB projesine muhalif tutumu anlaşılır bir durumdur. Temel görevi, organizasyon biçimi, eğitim süreci ve tarihsel/siyasal konumu dikkate alındığında ordunun ‘muhafazakâr/statükocu’ bir tavır sergilemesinde şaşılacak bir şey yoktur. Bütün dünya orduları statükocudurlar. Şaşılacak olan, son derece çeşitlenen, yayılan ve güçlenen bir dizi toplumsal ve siyasal aktörün yanında, hâlâ 19. yüzyıl şematiğinden hareketle orduyu yegâne ilerici/modernleştirici güç olarak görmektir. Şunu kabul edelim; AB süreci orduya rağmen ilerleyen bir süreçtir ve bu böyle olmaya devam edecektir.

Bugünkü tartışmalar itibarıyla, AB projesinin yürümesinde aslan payını orduya vererek orduyu siyasal alanda kaybettiği mevziye yeniden sürmek ve onu yeniden bağımsız bir siyasal aktör konumuna getirmeye çalışmak Türkiye’yi AB hedefinden uzaklaştıracaktır, ordunun Batı’daki imajını restore edecek de olsa.

Kıvrıkoğlu 2005

‘İç’ten ve ‘tepe’den bir görüş: Ordunun AB konusundaki ‘içten’ görüşünü Genelkurmay Başkanı’ndan daha iyi yansıtabilecek bir kişi olabilir mi? Eski Genelkurmay Başkanı Hüseyin Kıvrıkoğlu’nun 31 Aralık 2005’de Milliyet’ten Fikret Bila’nın köşesinde söylediklerine bir göz atalım:

“AB’ye tam üyelik hedefine TSK hiçbir zaman karşı olmadı… Ancak, bizim o zaman söylediğimiz, bu süreçte önemli olanın Türkiye’nin ülkesi ve ulusuyla bölünmez bütünlüğünün zarar görmemesiydi. Bu konuda Avrupa’nın samimi olmasıydı… AB’nin çifte standart uygulamaması gerekir… AB, başka ülkelere koşmadığı koşulları Türkiye’ye koşuyor… Nitekim o zaman dikkat çektiğimiz bazı sorunlar, çifte standart yaklaşımları bu süreçte yaşandı. Sanki AB emrediyor ve bu yerine getiriliyor gibi bir izlenim var… AB’nin çifte tutumu Türkiye’yi Lozan’la Sevr arasında bir konuma yöneltmek istediği gibi bir izlenim doğurduğu… O dönemde Dışişleri Bakanı olan İsmail Cem, eğer koşullar işimize gelmezse pazarlık ederiz, diyordu. Ama sonraki süreç bir pazarlığın yapılmadığını gösterdi. Ne derlerse kabul ediliyor, Türkiye sürekli taviz veriyor, izlenimi var. Bugün TSK ve diğer güvenlik güçlerinin eli kolu bağlı gibi. Müdahil olamıyor… AB müdahale ediyor. Hatta yargıya bile müdahale ediyor. Davalarda taraf oluyor. Örneğin Orhan Pamuk davasında böyle tutum aldı. Ama Yücel Aşkın davasıyla ilgilenmedi. Çünkü ilgilenmesi için mutlaka Ermeni veya Kürt iddialarıyla ilgili bir dava olması gerekiyor… Sonra çok daha önemlisi, desteklediği Kürt milliyetçiliği. Bunu sürekli destekliyor… Bu süreç çok iyi yönetilmelidir ve mutlaka dengeli olmalıdır. Her istenileni yapan bir Türkiye görüntüsü verilmemelidir. Çünkü bu isteklerin sonu gelmeyecektir. Bir adım atıldığında bir istek daha gelmektedir… Bütün bunlar Türkiye’nin parçalanması demektir” ve bağlıyor Kıvrıkoğlu, “AB’nin tutumunu bu açıdan düşünmesi gerekir.”

Algının nedenleri

Tam da bu açıklamalar ışığında ordunun tutumunu düşünmekte fayda var. Böyle bir AB-Türkiye algısının egemen olduğu bir kişi veya kurumun AB sürecine destek vermesi düşünülebilir mi? Türkiye’nin bütünlüğü konusunda samimi olmayan, Türkiye’yi Sevr’e yakın bir çizgiye iten, sadece Ermeni ve Kürt iddialarına odaklanarak ülkeyi parçalanmaya sürükleyen bir AB’nin yanında olamaz ordu ve olmamalı da. Ordunun en tepesinde neden ve nasıl böyle bir AB/Türkiye algısı var? Cevap aranması gereken soru bu. Böyle bir bakış açısıyla Türkiye’nin AB vizyonunun örtüştüğünü söylemek mümkün değil.

Dolayısıyla, orduyla AB projesinde mutabakat aramak bir yanılsamadır, hedefi zora sokan bir yanılsama. Kıvrıkoğlu bir şey daha söylüyor; ‘150 yıldır Türkiye’nin modernleşme sürecine öncülük eden bir kurum AB üyeliğine karşı çıkmayacak’. Bu doğru, çünkü AB üyeliğine açıktan karşıtlık, ordunun bu tarihsel ‘modernleştirici rol’ü üzerinden meşrulaştırdığı ‘yönetme hakkı’nı da ortadan kaldıracaktır; ordunun AB konusunda ‘net’ olmamasının nedenlerinden biri de budur.

Prof. Dr. İhsan D. Dağı: ODTÜ Uluslararası İlişkiler Bölümü

Yorumlar kapatıldı.