İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

İyi ki…

Gündüz Aktan

Ermeni soykırım iddiaları olmasa unutmak istediğimiz yakın tarihimize dönemeyecektik. Oysa bugün içinde bulunduğumuz ruh halini o dönemde başımıza gelenler oluşturuyor.

1915 Ermeni olaylarıyla yüzleşmediğimiz doğru. Aslında Osmanlı’nın son yüzyılında bize yapılan büyük haksızlıkları hatırlamaktan kaçıyoruz. Psikoloji, kendi trajedilerimizi hatırlayıp yasını tutmadıkça, başkasının acılarını paylaşamayacağımızı söylüyor.

Bu nedenle ASAM 19. yüzyıl boyunca Türk ve Müslümanlara Balkanlar ve Kafkasya’da yapılan mezalim konusunu araştırmaya başladı. Geçmiş açıldığında, bize haksızlık yapanlara nefret duymamamız mümkün değil. Bu süreçte bizim yaptığımız haksızlıkları hatırlayacak gücümüz de olmayabilir. Eskiden bizim olduğunu unuttuğumuz topraklara yeniden vatanımız gibi bakmaya başlayabiliriz. Hatta tarihin uzun olduğunu ve bir gün oraları tekrar elimize geçirebileceğimizi için için düşleyebiliriz. Kaybettiğimiz toprakları geri almak hırsı giderek benliğimizi sarabilir. Dönemin büyük güçlerine o gün gösteremediğiniz tepkiler büyük bir hiddet dalgası olarak geri dönebilir. Bunlar yas sürecinin doğal fakat çok tehlikeli özellikleri.

Bir grubu çoluk çocuk yok etmek olan soykırımı ancak ırkçılar, o da ırkçılığın çok ileri aşamasında yapabiliyor. Bunun için hedef grubu insanlık dışına iten son derece şiddetli bir aşağılama duygusu gerekiyor. Oysa Batı karşısında yenilen, yıkılan ve bu trajik süreçte özgüvenini yitiren Osmanlı’nın ne Ermenileri ne de başkalarını aşağılık görmesi mümkün değildi. Tam tersine 1750’lerde Montesquieu ile başlayan bir akım, tıpkı kölelik, sömürgecilik, anti-semitizm ve ‘bilimsel’ ırkçılığın kendi hedef gruplarına yaptığı gibi, Osmanlı’yı medeniyet ve tarih dışı, yok olmaya mahkûm geri ve aşağı bir ırk olarak tanımladı. Balkan Hıristiyanları bağımsızlık mücadelelerini bu zeminde yaptılar. Ermeni milliyetçileri de aynı duygularla isyan ettiler.

5 milyon Türk ve Müslüman, soykırım olduğu mahkemece saptanan onlarca Srebrenica katliamıyla Balkanlar’da ve Kafkasya’da yok edildi. 5 milyonu da Anadolu’ya sürüldü. Sevr Antlaşması ‘Şark Meselesi’nin ‘nihai çözümü’ oldu. Bu, ‘uygar’ dünyanın katıldığı bir soykırımdı. Kurtuluş Savaşı’nı bu soykırımdan kurtulanlar yaptı.

Bu korkunç varoluş mücadelesini yapan kuşağın tarihe mal olmasından sonra, soykırım kalıntılarını saran ruhsal çöküntü bize de yavaş yavaş hâkim oldu. Özgüveni olmayan, kendisini küçük ve değersiz gören bir aydın kesim türedi. Bunlar sosyalist ütopya ile bu depresyondan kurtulmaya çalıştılar. Daha sonra Batı’ya teslim olan Fanon’un müstemleke aydın tipine dönüştüler. Kurtuluşu toplumun da kendileri gibi dönüşmesinde görüyorlar.

Bunların karşısında milletin onurunu ve hukukunu savunan bir milliyetçi kesim yer aldı. Aslında bu kesim de ruhsal çöküntüyü tepkisel bir şahlanışla telafi etmeye çabaladı. Toplumun bekasını sağlayan milliyetçilik, çok istediği kalkınma ve modernleşmeyi sağlayacak bir programı hâlâ geliştiremedi.

Cumhuriyet’in bekçisi Atatürkçülerin bir ucu Kuvay-ı Milliye hareketine dönüş ütopyasıyla bugünün dünya gerçeklerinin dışına kaçıyor. Bunun siyasi akımıysa ekonomik modeli olmayan ve dinle barışamayan bir milliyetçilik içinde küçülüyor; Atatürk ilkelerini savunmanın ruhsal çöküntüyü kendiliğinden gidermesini umuyor.

Radikal laikliğin dışladığı dindarlar ise dinin başlangıç dönemine dönüşü ve ümmetle yeniden bütünleşmeyi, ruhsal çöküntüden kurtulmanın yolu sanıyor; tarihi İslam’ın büyüklüğüyle kendisini avutuyor; şimdi de varlığını AB içinde meşrulaştırmaya çalışıyor.

Ruhsal çöküntüden çıkmanın yolu geçmiş trajedilerin yasını tutmak ve bu dünyada başarılı olmak. Bunun için Cumhuriyet’in kurucu ilkeleriyle İslam’ı bağdaştıran, milliyetçi bir özle sosyoekonomik gelişmeyi sağlayan bir modeli oluşturmak gerekiyor. Yani kutuplaşarak parçalanmış siyasi yapıyı yeniden şekillendirmek lazım.

Büyük iç sorunlarımız ve bize tarihi önyargılarla yaklaşan AB, bu yeni atılım için gerekli şartları oluşturuyor.

Not: Dünkü Radikal’de dostum Haluk Şahin, benim 20 Aralık tarihli yazımdaki ‘kimliksiz’ aydına yaptığım atıftan rahatsızlığını belirtmiş. İfade özgürlüğü konusunda kendisiyle aynı görüşteyim. Kimlerden söz ettiğimin yazıdan anlaşılacağını sanıyorum. ‘Kimliksiz’ saydığım aydınları ‘Türk düşmanı’ ya da ‘vatan haini’ olarak hiç tanımlamadım. Ama kimsenin arzulamadığı toplumsal tepkileri durdurmak görevi biraz da onlara düşmüyor mu?

Yorumlar kapatıldı.