İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Avrupa’nın Pamuk prensleri ve ötekiler…

Doç. Dr. Zühtü Arslan

Tarih, 16 Aralık 2005. Yer, Şişli Adliye binası. Bir İsviçre gazetesinde yayımlanan röportajında “Türkiye’de 1 milyon Ermeni, 30 bin Kürt öldürüldü.” dediği için hakkında dava açılan Orhan Pamuk ilk duruşmaya çıkıyor.

Yerli ve yabancı basının yoğun ilgisi altında güçlükle yapılabiliyor duruşma. Bu arada mahkeme binasının içinde ve dışında mevzilenen öfkeli grup, Pamuk ve onu destekleyenlere yönelik protesto ve saldırı hareketinde bulunuyorlar. “Ya sev, ya terk et!” sloganına muhatap olan Pamuk, kendisine destek için İngiltere’den gelen İşçi Partisi mebusu Denis MacShane’e soruyor: “Sürgüne mi gitmeliyim yoksa?”

MacShane The Observer’da yayınlanan yazısını şu cümleyle bitiriyordu: “Seküler ve dinsel ayetullahlar kaybedip Voltaire kazanmadıkça Türkiye, Avrupa’ya katılamayacaktır”. Burada Voltaire’in “Düşüncenize katılmıyorum; ancak onları ifade etme hakkınızı hayatım pahasına savunacağım.” şeklindeki meşhur sözüne atıf yapılıyordu. MacShane, Pamuk davası vesilesiyle Türkiye’nin yöneticilerini ayetullahlara benzeten ilk kişi değildi elbette. Şişli’de duruşmanın yapıldığı gün Atlantik’in öbür ucundakiler, New York Times gazetesinde yayınlanan ve Orhan Pamuk’la Salman Rüştü arasındaki benzerliği vurgulayan “Seküler demokrasi yargılanıyor” başlıklı yazıyı okuyorlardı.

Pamuk, Türkiye’nin Salman Rüştü’sü mü?

Rüştü benzetmesiyle başlayalım. Uzun yıllar önce Bombay’dan Londra’ya göç eden bu Hintli çocuk, modernitenin çemberinden geçerek zihinsel ve kültürel dönüşümünü tamamlamış, geldiği toprakların insanlarını ve değerlerini nesneleştirerek romanına eksantrik bir renk katmıştır. Salman Rüştü, “Şeytan Ayetleri” adlı romanını yayınladığında ünü zirveye çıkmış ve bir anlamda kıyamet kopmuştu. Hz. Muhammed’e hakaretler içeren bu romanın yayınlanması, dünyanın her yanında ölümcül protestolara yol açmıştı. Ayetullah Humeyni’nin Rüştü hakkında verdiği “ölüm fermanı” ile de olay siyasallaşmış ve kadim Doğu-Batı savaşının bir yansımasına dönüşmüştü. Başta Edward Said olmak üzere Batı’nın yerli ve devşirme hemen bütün yazar, sanatçı ve entelektüelleri “İslami fanatizm” karşısında Rüştü’nün yanında yer almışlar ve onun ifade özgürlüğünü savunmuşlardı.

Rüştü ile Pamuk arasında bazı benzerlikler bulunabilir. Bir kere, ikisi de ünleri yaşadıkları ülkenin sınırları dışına taşan romancılardır, kitapları da çok satmaktadır. Siyasi görüşleri birbirine yakındır; ikisi de “sol(cu) liberal” olarak bilinirler. Düşünsel anlamda ikisi de Aydınlanma’nın çocuklarıdır; ancak post-modern edebiyata da göz kırparlar. Biri “İslam’ın kutsal değerlerini aşağıladığı” gerekçesiyle aforoz edilmiş, diğeri ise “Türklüğü alenen aşağıladığı” iddiasıyla mahkemeye çıkmıştır. Ne var ki, Rüştü olayı ile Pamuk davası arasında hukuksal anlamda zannedildiği gibi bir benzerlik yoktur. Rüştü, “düşünce suçlusu” olarak yargılanmamıştır. Daha doğrusu yargılanamamıştır. İngiltere’de yaşayan Müslümanların “dini değerlerine hakaret edildiği” gerekçesiyle Rüştü aleyhine açtıkları davalar, kutsal/dinsel değerlere hakareti yasaklayan kanunun (Blasphemy Law) ayrımcı niteliğinden dolayı başarısız olmuştur. İngiltere’de halen yürürlükte olan bu kanun, sadece Anglikan Kilisesi mensuplarının kutsal değerlerine yapılan hakaretleri cezalandırmakta, diğer dinleri küfür ve hakaretler karşısında korumamaktadır. Daha da ilginci, bu ayrımcı kanunun Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne aykırı olduğu ve yayımlanmasına izin verilen “Şeytan Ayetleri”nin Sözleşme’nin 9. maddesinde korunan din ve vicdan özgürlüğünü ihlal ettiği iddiasını da Avrupa İnsan Hakları Komisyonu reddetmiştir. Böylece Rüştü, hukuksal anlamda “düşünce suçlusu” olarak ismini tescil ettirememiştir. Ve tarih, 27 Şubat 1998. Yer, Paris Adalet Sarayı. Üç yargıçlı mahkemenin başkanı Jen-Yves Montfort, salondaki meraklı bekleyişi sona erdirecek kararı açıklıyor: “Sanık, ‘insanlığa karşı suç’ tanımını ihlal ettiği, alenen ve sistematik bir şekilde Yahudi soykırımını (Holocoust’u) tartıştığı için 240.000 frank (40 bin dolar) para cezasına çarptırılmıştır.” Sanık sandalyesinde oturan kişi, Fransızların gelmiş geçmiş en büyük Marksist filozoflarından biri olan ve daha sonra İslam’ı seçen Roger Garaudy’den başkası değildi.

Çifte standarta en iyi örnek: Garaudy

Garaudy, duruşmada, mahkumiyetine yol açan İsrail Politikasının Kurucu Efsaneleri (Les Mythes fondateurs de la politique israélienne) adlı kitabında Nazi katliamını tarihsel ve bilimsel açıdan incelediğini, “6 milyon Yahudi’nin yok edildiği efsanesi”nin İsrail’in Filistin’deki zulmünü haklılaştırmada kullanıldığını, öldürülen Yahudi sayısını ve toplama kamplarında gaz odalarının varlığını tartışmaya açtığını söyleyerek kendisini savunmuştu. Duruşma sonunda ise mahkeme binasının dışında olaylar çıkmış, “Betar” adlı Siyonist örgütün üyeleri “Nazi Garaudy!”, “Garaudy cezaevine!” şeklinde sloganlar atmışlar, Garaudy’ye destek için gelenlere saldırmışlar ve yaşlı bir kişiyi yaralamışlardı.

Garaudy davası daha sonra Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne taşınmıştır. Ancak Mahkeme, 7 Temmuz 2003 tarihinde başvuruyu kabul edilemez ilan etmiştir. Dava konusu kitabı inceleyen Strasbourg Mahkemesi, Sözleşme’de hakların istismarını yasaklayan 17. maddeye atıf yaparak, ifade özgürlüğünün ihlalinin söz konusu olmadığı sonucuna ulaşmıştır. Mahkeme’ye göre, yazar kitabında “revizyonist teorileri benimsemiş ve Nazilerin Yahudilere karşı işlediği insanlık suçunun varlığını sistematik şekilde tartışmıştır”. Sözleşme’nin 10. maddesiyle ilgili hemen her davada ifade özgürlüğünün toplumun belli bir kesimini rahatsız ve şoke eden düşünceleri de kapsadığını vurgulayan Mahkeme’nin şu sözleri çok ilginçtir: “Holocoust gibi açıkça ispat edilmiş tarihi olayların varlığını tartışmak, hiç kuşkusuz, hakikati bulmaya çalışan tarih araştırmaları olarak değerlendirilemez. Bu tür bir çalışmanın gerçek amacı, Nasyonel-Sosyalist rejimi yeniden kurmak ve sonuçta Holocoust mağdurlarını tarihi çarpıtmakla itham etmektir. Dolayısıyla insanlığa karşı işlenmiş suçların varlığını tartışmak, ırksal karalama ve Yahudilere nefreti teşvik etmenin en ağır biçimlerinden birisidir.”

Voltaire’in söylemi iyi güzel de…

Garaudy’nin mahkumiyetinden ve çıkan olaylardan sonra ne Avrupa Konseyi ne de Avrupa Birliği herhangi bir tepki göstermiştir. Ne de düşünce ve ifade özgürlüğünü her fırsatta savunan Avrupalı entelijansiyanın, önde gelen gazete ve dergilerin sesi çıkmıştır. Kısacası, Voltaire’in ülkesindeki bu ve benzeri mahkumiyetler karşısında “hür” dünya hemen bütün kurumlarıyla üç maymunu oynamıştır. 20. yüzyılın ilk yarısında ciddi tarihsel travmalar geçiren Avrupa’da ve Türkiye’de bazı konularda aşırı hassasiyetlerin ve alınganlıkların ortaya çıkmış olması anlaşılabilir. Ancak bu hassasiyetleri yaratan tarihsel olaylar hakkında “hakikat tekeli” oluşturmaya çalışmak ve hakikatleri tartışmaya açanları en hafifinden “hain” veya “Yahudi düşmanı” olarak etiketlemek, hele hele yargılayıp mahkum etmek kabul edilemez. Avrupa, mağrur bir edayla yüksek perdeden eleştiriler yöneltmeden önce iki kez düşünüp tarihin boy aynasına bakmalı ve “tarihsel hakikat” olarak nitelendirdiği kendi tabularını da tartışmaya açmalıdır. Tabuların olduğu yerde özgür düşünce gelişemez. Özgür düşüncenin gelişmediği topraklarda ise Voltaire değil, hipokrasi kazanır.

22.12.2005

Yorumlar kapatıldı.