İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Başpiskopos mu, Patrik mi?

Kurtuluş Savaşı yılları, Patrikhane’nin siyasete alabildiğine bulaştığı ve içinde bulunulan konjonktür dolayısıyla Türkiye aleyhine yoğun şekilde faaliyette bulunduğu bir dönemdir

MEHMET ALİ GÖKAÇTI

Yazının başlığında yer alan Başpiskopos mu, Patrik mi sorularına belki bütün bunlara ilaveten bir de abesle iştigal mi diye bir üçüncü seçeneği de eklemek yanlış olmayacak gibi görünüyor. Çünkü Turgay Cin’in Radikal İki’de 4 Aralık 2005 günü yayımlanan yazısını okuduktan sonra ister istemez böyle düşünmek zorunda kaldık.

Cin, birtakım Yunanlı araştırmacı ve yazarların görüş ve değerlendirmelerine dayanarak, Lozan Antlaşması’nın Patrikhane’yi imha ettiğini ve onu basit bir metropolitliğe dönüştürdüğüne işaret ederek, bu noktadan hareketle Patrik unvanının yerine İstanbul Rumlarının Başpiskoposu ifadesinin kullanılmasının daha uygun olacağını söylüyor. Elbette bütün bu değerlendirmeler yapılırken, konu tarihsel boyuttan ele alınmaya çalışılıyor ve son kertede Atatürk’ün Patrikhane’yi fesat yuvası ilan ettiğine de vurgu yapılarak son nokta konuluyor.

Patrikhane’nin kısaca da olsa tarihine bakmadan önce Atatürk’ün yorumuna yönelik olarak bazı şeyleri açıklığa kavuşturmak yerinde olacak. Evet, 1919-1923 dönemi ya da başka bir deyişle Kurtuluş Savaşı yılları Patrikhane’nin siyasete alabildiğine bulaştığı ve kabul etmek gerekecek ki, içinde bulunulan konjonktür dolayısıyla Türkiye aleyhine yoğun şekilde faaliyette bulunduğu bir dönemdir.

Sıcak günler

İşte bu sebepledir ki, söz konusu yıllarda bu tutumu dolayısıyla alabildiğine tepki toplayan Patrikhane’nin, Lozan’daki müzakereler sırasında Türkiye dışına çıkarılması gündeme gelmişti. Ancak varılan mutabakat sonucunda Patrikhane’nin dini konular haricinde faaliyette bulunmayacağının kabul edilmesi üzerine bu karardan vazgeçilmişti.

Yine bu sıcak günlerde Mustafa Kemal, Patrikhane’ye yönelik yaptığı bir konuşmada, söz konusu kurumun Kurtuluş Savaşı yıllarındaki tutumunu sert bir şeklide eleştirmiş ve Patrikhane’yi bir fesat yuvası olarak nitelemişti. Bu değerlendirmeden hareketle de, “… Türkiye’nin Rum Patrikhanesi için arazisi üzerinde bir melce göstermeye ne mecburiyeti vardır? Bu fesat ocağının hakiki yeri Yunanistan değil midir?” diye sormuştu.

Gerçekçi bir lider

Bütün bu yorum ve değerlendirmelere karşın Patrikhane bilindiği üzere Türkiye topraklarında kaldı ve faaliyetlerini sürdürmeye devam etti. Bu arada savaşın sona ermesi ve Türkiye’nin yeni bir siyaset anlayışı doğrultusunda dış politikasına önceki dönemlerden farklı bir çehre kazandırması bağlamında Yunanistan ile olan ilişkilerinde de önemli değişiklikler yaşandı.

İşte bu değişimin bir sonucu olarak, daha 1920’lerin hemen başında Yunanistan ile bir ölüm kalım mücadelesine giren Türkiye, aynı Yunanistan ile 1930’ların başında iki dost devlet olarak masaya oturdu. Bu işi gerçekleştirenler de o günlerde dostluğun şerefine beraberce kadeh kaldıran Atatürk ile Venizelos oldu.

Türkiye ile Yunanistan’ın arasında esen dostluk rüzgârlarına paralel olarak, o günlerde başka hususlarda da dikkat çekici değişimler gözlenir oldu. Cumhuriyetin ilanından sonra resmi yazışmalarda ve o günün basınında, Cin’in önerisine benzer bir şekilde Başpapaz olarak anılan Patrik’in statüsünde önemli değişikliklerin olduğu gözlemlendi. 30’lu yıllarda Yunanistan başbakanları Venizelos ve Çaldaris Patrikhane’yi ziyaret etmişlerdi. Uluslararası ilişkilerde Patrikhane’nin yeni konumunu belirleyen bu girişimin yanı sıra esas büyük değişim, Ankara’nın bu kuruma bakışında yaşandı.

30’lu yıllara değin Başpapaz olarak anılan Patrik, Türk-Yunan ilişkilerinde yaşanan yumuşamaya paralel olarak, bizzat Atatürk’ün Patrikhane’ye göndermiş olduğu kutlama mesajlarında Fener’deki Ortodoks Patriği ifadesi ile anıldı. Görülüyor ki, Cin’in şimdilerdeki talebinden çok farklı bir biçimde Patrikhane ve onun başındaki Patrik, yaşanan gerilim dolayısı ile belirli bir dönem hariç tutulursa, bizzat Atatürk’ün kendisi de dahil olmak üzere her dönemde olması gerektiği şekliyle, yani Patrik unvanı ile anıldı. Bir başka şekilde ifade etmek gerekirse, Mustafa Kemal Atatürk hiçbir zaman için olaylara ve gelişmelere tek yanlı ve dogmatik gözle bakan bir lider olmadı. O yüzden de, konjonktürün gündeme getirdiği yeni durumlara göre, tavır aldı ve o gün için yapılması gerekeni yaptı. Hiç şüphesiz ki, bu özelliğinden ötürü de lider oldu.

Patrikhane nedir, ne değildir?
Son yıllarda ülkede demokratikleşme yolunda atılan kayda değer adımlar ile Türkiye’nin AB üyeliği yolundaki ilerleyişinin bazı kesimlerde aslında son derece yersiz evhamlara neden olduğu görülüyor. Bu evhamların bir sonucu olarak da Patrikhane’nin Türkiye için ciddi bir tehlike oluşturduğu ve önlem alınmazsa, Batılı ülkelerin desteği ile bir müddet sonra Vatikanlaşacağı ve Türkiye için ciddi bir tehdit oluşturacağı dile getiriliyor.

Halbuki, Patrikhane’nin tarihçesine şöyle bir göz atıldığında, bu kurumun hem Bizans hem de Osmanlı döneminde tamamıyla devletin denetiminde olduğu ve böylesi bir siyasal amaç gütmediği görülür. Osmanlı dönemi ele alınacak olursa, Patrikhane’nin etkinliğinin ve gücünün Osmanlı’nın gücü ile orantılı olarak arttığı ve azaldığı da görülür. Bu noktadan hareketle, Patrikhane’nin 1820’lerde Yunanistan’da başlamış olan bağımsızlık mücadelesine sanılanın aksine açık bir destek vermediği hatta yayınladığı bildiriler ile Ortodoks dini birliğine zarar vereceği gerekçesi ile karşı çıktığı da kimileri için şaşırtıcı olacaktır.

Çünkü Osmanlı’nın çekildiği yerlerde ortaya çıkan her yeni bağımsız devlet aynı zamanda bağımsız bir kilise yapısı ve dinsel otonomi anlamına geliyordu. Kısacası bütün bunlar Patrikhane’nin dinsel nüfuzunun zedelenmesi demekti. Patrikhane’nin ekümeniklik olgusunu kullanarak bu duruma karşı çıkmasının altındaki temel gerekçe, Vatikanlaşmak olmayıp Ortodoks dünyası üzerindeki kendi dinsel otoritesini korumak ve sürdürmek çabasından ibaretti.

Özetlemek gerekirse, eğer ortada bir sorun varsa bu tarz sorunları Patrik’e Başpiskopos demek gibisinden dünyada kimsenin kabul etmeyeceği öneriler ile halletmeye uğraşmayalım. Demokrasi ve insan haklarını esas alan bir rotadan şaşmayalım. Ve boşa kürek çekmeyelim.

Yorumlar kapatıldı.