İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

İnsan hakları, çifte standartlar ve yasaklar

Hasan Celal Güzel

Sevgili okuyucularım, bu pazar sohbetinde sizlerle ‘yasaklar’ konusundaki görüşlerimi paylaşmak istiyorum. Genel bir değerlendirme yaparsak, Türk toplumundaki süratli değişim neticesinde, ‘yasakçı’ bir anlayıştan hürriyetçi ve ‘liberal’ bir yapıya doğru gidildiğini söyleyebiliriz. Ancak, bu yolculukta, hâlâ dikenli teller zaman zaman yolumuzu kesiyor. Özellikle, çok partili demokratik rejime geçtiğimizden bu yana on yıllık aralarla tekrarlanan askerî müdahaleler, özgürlükçü bir topluma ulaşmada tökezlemelere sebep olmuştur.

Yasakları yasaklamak

Efendim, vatanseverlik hassasiyetim ve milletin manevî değerlerine saygım istismar edilerek bazen ‘milliyetçi-mukaddesatçı’, hattâ ‘faşist’ ilân edilsem de, bendeniz her türlü yasağa karşıyım. Ancak bir tek yasağa taraftarım: ‘Yasağı yasaklamak…’

Bir de, kendisine verilen emirleri bir vatan hizmeti olarak ifa eden Mehmetçiğin o sempatik şivesiyle ‘Yassah hemşerim!’ demesi bana çok ters gelmiyor. Tabiî, tepedeki Mehmetçiklerin darbe yaparak yasak üstüne yasak getirmesinden söz etmiyorum.

Modern lâik toplumlarda, fertlerin inanç dünyasını ilgilendiren, peşin kabule ve imana dayanan dindeki ’emir’ ve ‘nehiy’ler dışındaki yasakları koyarken çok dikkatli olmak lâzımdır. Hele ‘kamu düzeni’ sınırlamasının, demokrasinin totalitarizme açılan kapısı olduğu aslâ unutulmamalıdır. Demokratik iradeden kaynaklanmayan ve dizginlenemeyen devlet otoritesinin, bireysel haklara tecavüzünü, kadınların başörtüsü kullanma biçimine kadar götürdüğünü; bunu yaparken de ‘kamusal alan’ gibi hukuk dışı uydurma kavramlar icat ettiğini görüyoruz. Liberal Hobbes’un devleti ‘Leviathan’ (Ejderha) olarak isimlendirmesinin altında, kaynağını jakoben/dayatmacı hukuk anlayışından alan ‘kamu düzeni’ mâzereti yatmaktadır.

İfrat ile tefrit

Dün ‘Dünya İnsan Hakları Günü’nü kutladık. İnsan hak ve hürriyetlerine samimiyetle inanan ve demokratik sistemin yerine oturması için gayret gösterenler yanında, Şemdinli’de, Yüksekova’da fırsatı ganimet bilerek halkı tahrik eden PKK uzantıları da gene sahnedeydiler. Güçlükonak’ta 4 Mehmetçik PKK cânileri tarafından alçakça şehit edilirken, Şemdinli’de ‘insan hakları savunucuları'(!) ellerinde PKK bayraklarıyla gösteri yapıyorlardı.

Türkiye’de, her konuda olduğu gibi, ‘insan hakları’ konusunda da ifratla tefrit çelişkisinde, uçlar arasında dolaşıp duruyoruz. Bir kısım aydınımız ve art niyetli mihraklar insan haklarını istismar ederek ayrılıkçı çığlıklar atarken, bazıları da tam tersine insan haklarından bahseden herkese ‘solcu ve bölücü’ ithamında bulunabiliyorlar. Peşin hükümlü tarafların, ortak ve evrensel bir çizgide buluşması mümkün olamıyor.

İsmail Beşikçi’nin hikâyesi

24 Ocak İstikrar Paketi’ni hazırlayıp iflâs etmiş ekonomiyi çalıştırmaya gayret ederken, karşımıza en büyük engel olarak neyin çıkarıldığını aslâ tahmin edemezsiniz. Demirel’in deyimiyle ’70 sente muhtaç olduğumuz’ o günlerde yardım taleplerimiz karşısında, Türkiye’de düşünce özgürlüğünün olmadığını ‘İsmail Beşikçi Olayı’ ile anlatıyorlardı. 1980 Şubatı’nda bir gün, o sırada Başbakanlık Müsteşarı olarak bulunan ve ekonomiyi yöneten merhum Özal beni çağırıp, “Hasan, herkes İsmail Beşikçi’den bahsediyor. Bu meseleyi halledemez miyiz?” diye sordu ve bu konuda kendisine iletilen müracaatları verdi.

İsmail Beşikçi, Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde sosyoloji doçenti olarak bulunduğu sırada, Kürt aşiretleri üzerinde yaptığı sosyolojik araştırmalarıyla gündeme gelmiş, daha sonra Kürtler hakkındaki düşüncelerini ifade ettiği için mahkûm olmuştu. Özal ve Demirel ile beraber, Beşikçi’nin tahliyesi için elimizden geleni yaptık fakat başarılı olamadık. Bürokrasi galip gelmişti.

28 Şubat Dönemi’nde, hâlâ mahkûmiyeti devam eden Beşikçi’yi, insan haklarının candan bir savunucusu olan avukatım Hacı Ali Özhan ile birlikte İzmir Kapalı Cezaevi’nde ziyarete gittik. Cezaevi Savcısı, saatlerce beklettikten sonra ziyaretimize izin vermedi ve bana “Sayın Bakanım, sizin gibi vatansever bir devlet adamı bu komünisti nasıl ziyaret eder?” dedi.

Çifte standartlı aydınlar

Efendim, siyasetçisiyle, hukukçusuyla, yazarı çizeriyle bizim aydınlarımızın en büyük kusuru çifte standartlı olmaktır. Volter (Voltaire) düşünceyi ifade hürriyetini anlatan meşhur sözünü, ne yazık ki kimseye benimsetemedik ve gerçek hür düşünceli aydınları yetiştiremedik.

Çifte standartlı sözde aydın tâifesi, askerî darbeleri bile âdeta aralarında paylaşmışlardır. Solcular, 27 Mayıs ile 28 Şubat’a sempatiyle bakarken; sağcılar -itiraf etmeseler de-, 12 Mart ile 12 Eylül’e karşı daha bir hoşgörü içindedirler. Medyanın hâline bir bakınız:

27 Mayıs’a alkış tutanlar, 28 Şubat’ın ‘irtica mücadelesi’ adı altında yaptıkları zorbalıkları da sempatiyle karşılamışlardır.

Ya, 12 Eylül’ün en zorba kurumlarından olan YÖK’ün yıllarca karşısında yer aldıktan sonra, ‘türban yasağı’ hatırına bu kurumu cansiperâne savunanlara ne demeli?..

Bir tarafta, karşı fikre tahammülsüzlük ve şiddet kullanmaya âmâde faşist eğilimler; diğer tarafta, kendisini hâlâ ‘diyalektik karşı devrimcilik’ ithamından sıyıramamış sosyalizm kalıntısı esintiler ve her iki tarafın devletçi dayatmaları… Türk aydını bu çifte standartlı tezatlardan kurtulmadıkça, demokratik bir insan hakları düzeninin kurulması hayâldir.

Ele güne rezil olmayalım

1994 Mahallî Seçimleri’nden önce, zamanın Başbakanı Çiller, DYP’nin oyunu artırabilmek için halkın büyük çoğunluğunun hoşlanmadığı DEP’li milletvekillerinin dokunulmazlıklarını kaldırtınca; kendilerini ve siyasî görüşlerini hiçbir şekilde onaylamadığım Leylâ Zana ve arkadaşlarının, Meclis’in önünde polis arabalarına nasıl ite kaka doldurulup götürüldüğünü üzülerek hatırlıyorum. O zaman YDP Genel Başkanı olarak bu davranışa sadece ben karşı çıkmıştım.

Aynı yakışıksız davranış, Van Rektörü Yücel Aşkın’ın tutuklanması olayında da görülmüştür. Rektör hakkında isnat edilen suçlar ne olursa olsun, gözaltına alınma şekli, mâşerî vicdanı rahatsız etmiştir.

Diğer taraftan, İsmet Berkan, Hasan Cemal, Murat Belge, Haluk Şahin ve Erol Katırcıoğlu hakkında, TCK’nın 288. maddesine göre, ‘Adlî yargılamayı etkilemeye teşebbüs’ iddiasıyla dâvâ açılması da, düşünceyi ifade hürriyetine bakış açısının olumsuz bir örneğidir.

Orhan Pamuk, dışarıya hoş görünmek, belki de Nobel Ödülü’nü kapabilmek için hezeyanda bulunmuş olabilir. Buna karşılık en şiddetli tenkitlerde bulunmak hakkımızdır. Lâkin, bu düşüncesini ifade ettiği için aleyhinde dâvâ açmak, hem doğru değildir hem de Türkiye’ye zarar vermiştir. Hele Hrant Dink’in sözlerini tam aksi anlamda değerlendirip hukukî kovuşturmanın âlemi var mıdır?

İstanbul’daki Ermeni Konferansı’na en fazla karşı çıkanlardan birisi olarak, konferansı düzenleyenler hakkında dâvâ açılmasını da doğru bulmuyorum.

* * *

Dedim ya, ‘yasağı yasaklamak’tan başka çâre yoktur.

Yorumlar kapatıldı.