İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

İstanbul Ermenileri

Etyen Mahçupyan

Göçmenlik zor iş… Kendi ülkelerinde itilmiş, dışlanmış bu insanlar muhtemelen onları güvenli bir biçimde ayakta tutacak yeterli maddi imkanlardan yoksun olarak bilmedikleri bir ülkeye ve kültüre doğru yola çıkmak zorunda kalırlar.

Gidilen ülkenin dilini, kurallarını, alışkanlıklarını bilmeden içine düştükleri bu macera, onları yabancı olacakları ve yabancı kalacakları diyarlara sürükler… Tek umutları ve direnç kaynakları, çocuklarına verecekleri yeni ve güvenli hayattır. İlk nesil kendini feda eder ve açıkça söylemese de bu fedakarlığın takdir edilmesini bekler. Ne var ki bir sonraki nesli baba ocağında kültürel disiplin altında tutmak bir miktar mümkün olsa da, özellikle torunlar söz konusu yabancı kültüre adapte olup geleneksel kültürden koparlar. Böylece nesiller arası bir yabancılaşma doğarken, geçmişte kalan fedakarlıklar sadece komik yönleriyle hatırlanan bir sohbet malzemesine dönüşür. Birinci göçmen nesillerin yaşlılığı daima hüzün ve yalnızlık ima eder…

İnsanların gözleri önünde yaşanan bu savrulma, aile büyükleri için bir tür kültürsüzleşme olduğu ölçüde, göçmenler kurtuluşu cemaatleşmekte bulur. Çünkü cemaat ortak kullanım alanları ve zamanları üreten bir örgütlenmeyi ifade eder. Kurulan dernekler dili, dini ve sanatsal birikimi göçmenlere hatırlatırken, çocuklarına da öğretir. Cemaat içi evlilikler bu ortak kültürü ete kemiğe büründürüp sağlamlaştırır… Ancak bütün bunlar cemaatin kendini aynen yeniden üretmesi için yeterli olmaz: Onları kuşatan ev sahibi toplumun ezici etkisi karşısında evle sokak arasındaki kültürel fark açılır; göçmen aile sokaktaki kamusal alana yabancılaşır, bu yabancılaşmayı iç dünyasında normalleştirir ve zihniyet olarak kendi evine, kabuğuna çekilir.

Bu süreç günlük yaşam biçimini aşan, onu kuşatıp anlamlandıran bir kimlik ihtiyacını tetikler. Çünkü her insanoğlunun ‘sokağa’ yani kamusal alana ihtiyacı vardır ve yeni ülkede elde edilemeyen bu kamusal alan şimdi anavatanda aranmaya başlanır… Terk edilen ülkenin sosyal ve siyasal olayları giderek temel ilgi alanı haline gelir ve ortaya bir ‘diaspora’ çıkar… Eski ülkenin siyaseti ile yeni ülkenin gündelik hayatını bütünleştiren bu kendine özgü duruş, anavatanın gücü nispetinde kimlik üretir. Dolayısıyla anavatanın zayıf olduğu örneklerde, diaspora ek bir kimlik kaynağına, genellikle de tarihe döner…

Ermeniler bugün dünyanın dört bir tarafında bu psikolojiyi yaşamaktalar. Ama onların durumu diğer göçmenlerden çok daha zor; çünkü terk ettikleri topraklar yani anavatanları olan Anadolu bugün onları kimliksel anlamda kuşatmıyor. Ermenistan ise çoğu için yabancı bir ülke… Bu nedenle Ermeniler tarihe daha sıkı sarılmış durumdalar. Hele söz konusu tarihin, hayatlarını zar zor kurtaran bazı insanların kıyıma uğramış nesline gönderme yapması, Ermeniler için mukayesesiz bir kimliksel referans oluşturuyor…

Ama itiraf etmem gerek ki, Avustralya’nın Melbourne kentinde İstanbul Ermenilerinin tertiplediği gece bu ruh halinden çok daha fazlasını yansıtıyordu. Henüz döndüğüm bu seyahatin doruk noktalarından biri olan, iki yüz küsur kişinin Ermenice, Rumca ve Arapça şarkılar eşliğinde halay çektiği; Türkçe şarkıları ise bir ağızdan söyleyip ağladığı o geceyi unutmam herhalde mümkün olmayacak… İleri yaşta ama gönlü genç bir İstanbul Ermeni’sinin, Ankara’nın misket havası başladığında bastonunu atıp oynaması da kafama kazılı kalacak. İstanbul Ermenileri göçmenlikten diasporaya uzanan çizginin hem içinde hem dışındalar… Başka bir toprağa verdikleri bunca yılın ardında, binlerce yıllık bir Anadolu direnci olduğunu sezmemek mümkün değil; ama daha önemlisi bu geçmişe bir bütün olarak sahip çıkmaları, o toprağın has adamları olmaları… Onları sağlıklı yapan da galiba bu…

02.12.2005

Yorumlar kapatıldı.