İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Rövanş (1)

Gündüz Aktan

Bilgi Üniversitesi’ndeki Ermeni konferansına ilk cevap, Gazi Üniversitesi’nde 24-26 Kasım tarihlerinde yapılan konferansla verildi. Bu konferansın bir farkı kamuoyuna açık olmasıysa, diğeri Ermenilere soykırım yapıldığını savunanlara da söz hakkı verilmesiydi.

Toplantıyı izlerken insana ‘İyi ki Ermeni soykırım meselesi ortaya atıldı. Yoksa biz yakın tarihimize ilişkin gerçekleri hiçbir zaman bilmeyecektik’ duygusu hâkim oluyor.

Ermeni sorunu ilk kez 1973’te Los Angeles Başkonsolosu ve yardımcısının bir otel odasında katledilmesiyle ortaya çıktı. Daha sonra ASALA terörü 40’a yakın diplomatı şehit etti. Esat Uras, Selahi Sonyel, Şinasi Orel, Bilal Şimşir ve Türkkaya Ataöv gibi ilk kuşak araştırmacılar 1970’lerin ikinci yarısında kitaplarını yazdılar. 1983’te Dışişleri Müsteşarı Büyükelçi Kamuran Gürün ünlü ‘Ermeni Dosyası’nı yayımladı. Yurtdışında Stanford Shaw, Heath Lowry, daha sonra da Justin McCarthy, terör tehdidi altında olmalarına rağmen, soykırım iddialarına karşı çıkan çalışmalar yaptılar.

Aradan bir kuşak geçti. Artık çok sayıda yeni tarihçi ve sosyal bilimcimiz konuya eğiliyor. Bunlar çalışmalarını iç ve dış kaynaklı arşiv belgelerine dayandırıyorlar. Osmanlı arşivlerinin tanzim edilmiş olması ve Osmanlıca bilmeleri büyük avantaj oluşturuyor.

Evet, bunlar Ermeni meselesinin soykırım olmadığını savunuyorlar. Bu nedenle bilimsel davranmadıkları ileri sürülüyor. Belgelere ağırlık veren yaklaşımları, ‘belge fetişizmi’; belgeleri seçmeleri, tek yanlı değerlendirme olarak suçlanıyor.

Ermeniler, doğru tarih yazımını terör tehdidiyle engellediler; paralı tarih yazdırdılar; belgeleri tahrif ettiler; hikâyeler uydurdular. Önce çalışma alanının bu bilim dışı ve ilkel yalan-dolandan temizlenmesi gerekiyor. Bunu yaparken resmi ya da milliyetçi tarihçi diye itham edilmek kaçınılmaz. Kaldı ki İngiltere hariç tüm Batı’nın, Latin ve Ortodoks Hıristiyan dünyanın Ermeni soykırımını bize kabul ettirmek için yaptıkları baskı, bilimsel bir tavır olarak kabul edilebilir mi? Oysa bunların Ermenilerle ortak çalışma önerimizi desteklemeleri gerekmez mi?

İlk bakışta Ermeni soykırım cephesinin hâlâ güçlendiği izlenimi ediniliyor. AP kararları, Amerikan başkanlarının ‘fili tarif eden’ 24 Nisan mesajları, Fransa’nın konuyu AB giriş müzakerelerine şart olarak sokma gayretleri, soykırımı reddeden Türk araştırmacıların uluslararası toplantılara davet edilmemeleri, Ermeni yanlısı yazarların çok sayıda ‘eser’ vermeye devam etmeleri, henüz hızlarının kesilmediğini gösteriyor.

Cepheyi Türkiye’ye de genişlettiler. Kimliksiz aydınlardan bir grubu, her türlü imkânı kullanarak, soykırım tezini savunmaya ikna ettiler. Bu işin organizasyonunu, 1960’ların sonunda önemli ‘ideolojik’ görevler yapan Halil Berktay üstlendi. Türk görüşünü yansıtan tek bir kitap bile Ermenistan’da yayımlanmamışken, soykırımı savunan birçok kitap bizde serbestçe satılıyor. Buna karşılık, herkese insan hakları dersi veren Avrupa ülkelerinde, soykırımı reddeden görüşler ifade özgürlüğü sınırlamalarına çarpıyor.

Tüm bunlara rağmen, yeni tarihçi kuşak gerçekleri bir bir ortaya koyuyor. Konferansa katılan soykırım yanlısı akademisyenlerin, Yusuf Halaçoğlu ve Hikmet Özdemir gibi tarihçiler karşısında ne kadar zayıf kaldıkları açıkça görülüyor. Kitabı 10 yıldır yayınevi bulamayan yani Amerika’daki sinsi sansüre takılan büyük Holokost âlimi Guenter Lewy’ye ASAM ‘İnsanlığa Karşı Suçlar Yüksek Ödülü’ verildi.

Konferansta Türk tezlerini savunanların soykırım hukukunu bildikleri, tarihi ve sosyolojik araştırmaları hukuk çerçevesine oturttukları memnuniyetle görüldü. Karşı görüştekiler belgelerden kaçtıkları gibi, hukuktan da kaçıyorlar. Bunların lideri durumundaki Taner Akçam, hukuk alanındaki perişanlıklarını anladığından, bu alana eğilmek ihtiyacı duymuş. Ama yok etme kastını anlatırken, bu kasta yol açan ‘saiki’ atlamayı uygun bulmuş. Zira bir grubu yok etme kastı yalnız ırkçılık saikiyle ortaya çıkıyor. O da Osmanlı’da yok.

Yorumlar kapatıldı.