İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Meşrutiyet´ten beri süren sorun

Osmanlı’nın son döneminde ‘kimlik’ tartışması çok önemliydi. Son Meclis-i Mebusan’da Kürtler ‘Türk’ kelimesine itiraz etmiş; tartışmalardan sonra Türklüğün üstkimlik olduğu ve Kürt, Laz, Çerkes hatta Yahudileri kapsadığı kararlaştırılmıştı

AVNİ ÖZGÜREL

Türkiye Büyük Millet Meclisi’ndeki (TBMM) genel görüşme ve sonrasında en hararetli tartışma konusu ‘Türk kimliği’ idi. Alt ve üstkimlikle ilgili sert demeç ve yorumlar kapladı ortalığı.

Konu yeni değil. Meşrutiyet’ten beri gündemde. Hatta 2. Abdülhamid’in parlamentoyu kapatma gerekçesi. Ama aradan geçen bir buçuk asır zarfında Atatürk’ün ‘Ne mutlu Türküm diyene’ sözüyle ırki menşe değil bireyin kendisini mensup hissedişine yaslanan Türklük öylesine hırpalandı ki, geldiğimiz noktada artık bunu ‘çözüm formülü’ olarak kabul ettirmek de sanıldığı kadar kolay değil.

19 Şubat 1920

Türk kimliği ya da Kürt kimliği meselesi Osmanlı Meclis-i Mebusan’ında sona yaklaşılırken bile en ateşli tartışma konularından biriydi. Kürt Teali Cemiyeti’ne mensup/yakın kimselerin bulunduğu ama çoğunluğunu Mustafa Kemal’e yakın Müdafaa-i Hukuk Grubu’na mensup üyelerin oluşturduğu son Meclis-i Mebusan’ın 19 Şubat 1920 tarihli oturumunda başlıca tartışma ‘Türk’ kelimesinin kullanılması konusunda çıktı.

Osmanlı yenilmiş, mütareke imzalanmış, silah bırakılmış çözülme fiilen başlamış ama Anadolu’da milli direnişin örgütleneceği yönünde işaretler belirginleşmişti…

Anasır-ı muhtelife

Avrupa’da Kürtçü faaliyetlerle ünlenen eski elçi Şerif Paşa’nın faaliyetleri, onun özellikle Ermeni Bogos Nubar Paşa’yla işbirliği ve Kürt Teali Cemiyeti Reisi Seyyid Abdülkadir Efendi’nin beyanatlarının öfkelendirdiği ortamda gerçekleşmişti oturum. Ve arbede çıkacak noktaya kadar gelmişti tartışmalar.

Karesi (Balıkesir) milletvekili Abdülaziz Mecdi Efendi konuşuyor:

“… Bundan maksat Türk, Kürt, Laz, Çerkes gibi anasır-ı muhtelife-i İslamiyedir.. Bu böyle midir? (Üyelerin, Hay hay… Böyledir… sedaları ve alkışlar) Eğer Türk kelimesinin manası bu değilse rica ederim burada nutuk irad edildikçe Türk tabiri yerine anasır-ı İslamiye ( anasır= unsurlar) denilsin…”

“Rıza Nur- Öyledir…”

“Hüseyin Bey (Erzurum)- Hatta Yahudiler bile dahildir efendim…”

“Abdülaziz Mecdi Efendi (Devamla)- Türk kelimesinin manasını Meclis bu suretle tefsir (yorum) ve şerhedip (açıklayıp) efkâr-ı umumiyeye (kamuoyuna) arzettikten sonra ‘Ben Kürdüm’ diyen bazı zevatın hatırına hiçbir şey gelmez. Veyahut gubar-ı siyasiye (siyasi toz) kondurmamak için Türk, Kürt, Laz, Çerkes ya da anasır-ı İslamiye gibi tabirat (tabirler) kullanalım…”

Söz alan diğer kişilere göre de ‘Türk’ten kasıt Osmanlı’yı oluşturan bütün unsurlardı; ‘millet’ denilirken de kastedilen ‘ Osmanlı milleti’ydi. Meclis-i Mebusan’a telgraf yağıyordu. Bunlara göre, “Türk ve Kürt ‘kül’ (bütün) idi. Her iki unsur müşterek bir vatan içinde yekdiğerinin öz ve din kardeşiydi…”

İşgal öncesi öfkeli günler

İki hafta sonra İngiliz kuvvetleri tarafından işgal edilecek Osmanlı başkentinde ‘Misak-ı Milli’ kararını alıp dağılacak Meclis-i Mebusan üyelerinin öfkeleri burunlarındaydı. Celaleddin Arif Bey’e göre bu tartışmalara sebebiyet verenlere olsa olsa ‘hain’ denilebilirdi. Kürt iddiasının Osmanlı milletini parçalamak için gündeme getirildiğini söyleyen Celaleddin Arif Bey’in gözünde Teali Cemiyeti aletti:

“- …Bu prensibi tatbik eylemek arzu eyleyenler, demin mevzubahs eylediğim bir takım hodgamları (bencilleri) vatansızları, herzevikil (Şerif Paşa’nın ipe sapa gelmez biri olduğu manasında) birilerini kendilerine alet ittihaz etmişler, bütün Kürtleri bu vadiye sevkeylemek istiyorlar. Aç ve siffak (kan dökücü) büyük bir emperyalist unsur da (İngiltere kastediliyor) tabiidir ki bu teşebbüsün neticesini bekleyip ondan müstefid olmak istiyor. Halbuki onlar bilmiyorlar ki, Türklerle Kürtler pek yakın zamanlarda acı bir ders-i ibret aldılar. O ders-i ibret Arnavutluk ve Arap mesailidir (sorunlarıdır).”

Protestolar Seyyid Abdülkadir Efendi’nin mebusluğunun düşürülmesi noktasına tırmanınca Abdülkadir Efendi yazılı bir açıklama yapmak zorunda kaldı.

Hakkâri, Van, Erzincan, Bayezid, Erzurum, Trabzon, Mardin gibi doğu vilayetleri mebuslarının imzaladıkları önergede Jurnal Doryan gazetesi muhabirine verdiği demeç dolayısıyla üyeliğinin düşürülmesinin istendiğini hatırlatan Abdülkadir Efendi açıklamasında şunları söylüyordu:

“… Mezkur gazeteye asla böyle bir beyanatta bulunmadım. İftira ve yalan iddiaları nefretle reddederim. Garez mahsulü olduğunu bildiğim bu iddiaları çürütmek benim için kolay. Ancak devlet ve milletin içinde bulunduğu halde bunu yapmayı da doğru bulmuyorum. Ancak şu kadarını söylemek zorundayım. Tek emelim Padişah efendimiz sayesinde diyanetimizin, devlet ve vatanımızın, milletimizin şeref ve saadetinin gerçekleştiğini görmektir. Bu amaç uğrunda şayet Meclis üyeliğinden çekilmemden memleket için bir fayda sağlanacaksa istifa etmeyi hizmet ve şeref sayarım.”

Kapalı oturum

Bunun üzerine kısmen yatışan milletvekillerinin Seyyid Abdülkadir Efendi’yi genel kurula davet ettikleri, onun da ülke bütünlüğü konusunda bazı düşüncelerini ancak gizli celsede açıklayabileceğini söylemesi üzerine bu yönde karar alındığı biliniyor.

Abdülkadir Efendi’nin kapalı oturumda söylediklerinin özeti ‘Osmanlı devleti aleyhine bir tuzak kurulduğu, Batılı basın organlarının ülkeleri lehine belirlenen siyaset doğrultusunda birtakım hayali demeçler icat ederek Osmanlı milletini biribirine düşürmeye çalıştıkları, kendisinin ekmeğini yediği topraklara, padişaha ve öz kardeşi saydığı Türklere ihanet edip Ermenilerle yan yana gelecek kadar alçak bir kişi olmadığı’dır..

Şerif Paşa

Abdülhamid’in el üstünde tuttuğu Babanzade aşiretinin Handan koluna mensup Kürtlerden olup Avrupa’da muhtelif büyükelçilik görevlerinde bulunmuş bir kişi olan Şerif Paşa’nın bu gelişmelerden fazla etkilendiği söylenemez. ‘Kürt davası’nın bayraktarlığını üstlenen Paşa’nın hedefi mutasavver ‘Kürdistan’ın liderliğiydi.

Bu amaçla Paris Barış Konferansı’na iki muhtıra ve bir Kürdistan haritası sunan Şerif Paşa 20 Aralık 1920’de Ermeni davasını savunan ve Anadolu’dan toprak talepleri için müttefiklerle görüşmeler yapan Boğos Nubar Paşa’yla anlaşma imzaladı. Kürtler Ermenilerin Osmanlı tasfiyesine bağlı taleplerine itiraz etmeyeceklerdi. İstanbul basınının özellikle Tanin- boy hedefi haline geldi Şerif Paşa. Daha önce askeri rütbeleri alınmış olduğu için Şerif Efendi diye andığı Paşa için ‘Boş herif’, ‘Naşerif Paşa (soysuz paşa)’ sıfatlarını kullanıyordu Tanin. Gazete ‘Boş herif’ lafını Fransız basınından uyarlamıştı. Hayli yakışıklı olan Şerif Paşa’dan Batılılar ‘Güzel Şerif’ manasında ‘Beau Cherif’ diye bahsediyorlardı…

Gelişmelerin Kürt aydınları arasında derin fikir ayrılığına sebep olduğuna şüphe yok. Güneydoğu’da İngilizlerle birlikte çalışan bir gurup Şerif Paşa’nın faaliyetlerini sonuna dek destekledi, ancak Kürtlerin çoğunluğu bu yolu benimsemedi. Bunda Osmanlı hariciyesinin ele geçirdiği bazı İngiliz belgelerinin basına sızdırılması da etkili oldu. Bu belgelerde Londra’nın Kürtlere yaklaşımının temelinde onlara bağımsızlık verme arzusunun değil Türkiye’yle Musul arasına tampon koymak olduğu yolunda bilgiler bulunmaktaydı.

Çerçeve

Burma’da sahipsiz şehitlik

Birinci Dünya savaşı sırasında Suriye, Filistin, Yemen cephesinde İngilizlerin eline esir düşen ve uzak Asya’da Burma’ya (yeni adı Myanmar) gönderilen 12 bin Türk’ten geri dönen oldu mu bilinmez. Askerlerimizin çoğunun bu topraklarda şehit düştüğüne şüphe yok. Yol, kanal, gölet inşaatlarında çalıştırılan esir Türklerden 2 binin mezarı Thayet Myo ve Mektila’da.

Faruk Budak birkaç yıldır bu konuda Ankara’yı harekete geçirmeye çalışıyor. Şehitlikleri görüntülemiş, Dışişleri’ne, Genelkurma’ya dilekçe üzerine dilekçe vermiş. Çabalarından Cumhuriyet’in gezi ekinde yayımladığı yazı vesilesiyle haberdar oldum.. Ancak onun yakınmalarını ve gözlemlerini ilettiğim Dışişleri mensuplarını dinleyince bakanlığın Uzakdoğu uzmanlarının bu konuda en az Budak kadar dertli olduklarını gördüm. Dışişleri müteaddid defalar onarım izni için Myanmar lideri Aung San Syu Kyi’ye başvurmuş, ama her defasında uzak Asyalılara has güleç çehreyle alınan ‘Gereken yapılacak’ cevabına rağmen izin çıkmamış. Bu yüzden de birkaç yıldır ayrılan ödenek Hazine’ye iade ediliyormuş.

Yaşlı Burmalılar esaret şartlarında bile Türk askerinin disiplinini yitirmediğini, pejmurdeleşmediklerini, hepsinin çalışma dışındaki saatlerde yerli halkın arasına girmek için birer takım elbise edindiğini hatırlıyor. Genelkurmay arşivlerinde de onların Milli Mücadele sırasında aralarında topladıkları cüz’i yardımı akıl almaz kanallar bularak Ankara’ya gönderdikleri bilgisi var.

Burada yer alan fotoğraflardan biri esir kafilesinin en kıdemli subayı Şükrü Paşa’nın cenazesinden. Budak’ın öğrendiğine göre İngilizler sadece bu tören sırasında fotoğraf çekilmesine izin vermişler. Diğer fotoğraf da Türk esirlerden bir başka gruba ait.

Çerçeve

Divriği Ulucami yok edilmesin

Amerikan Mimarlık Enstitüsü Şeref Üyesi, Türkiye Mimarlık Tarihi ve Restorasyon Enstitüsü kurucusu Prof. Doğan Kuban’dan ‘imdat’ dercesine bir çağrı geldi: Divriği Ulucami ve Şifahanesi’ni kurtaralım!..

Külliyeyi korumanın gerek ulusal kültür gerekse uygarlık borcu olduğunu kaydeden Prof. Kuban’ın endişesi, eşsiz bezemeleriyle ‘Anadolu Ortaçağı’nın en büyük anıtı olan Divriği Ulu Camii ve Şifahanesi’nin restorasyon adı altında tahribine kapı açılması…

Gerekçelerine bakıldığında Hoca’nın kaygısı ve korkusu pek de yersiz sayılmaz. Zira cami ve şifahane Türk kültürü açısından bir eşi daha bulunmayan dolayısıyla ‘teknik hatanın kabul edilemeyeceği’ nitelikte eserler. Prof. Kuban ‘Mucize miras’ olarak tanımladığı yapıların kurtarılması için bildik ve yürürlükteki mevzuat çerçevesinde yapılacak ‘restorasyon ihalesi’nin cinayet olacağı kanısında. İşaret ettiği çözüm ise bu amaçla özel bir yasa çıkarılması.

İlk bakışta ‘Ne yani… Taş oyma işçiliği nihayetinde. Artık bunu da yapamayacak halde miyiz’ denilebilir belki. Ama tereddüt edenlerin bence Prof. Kuban’a kulak vermeleri gerek:

“Bugüne kadar Türkiye’de bu nitelikte hiçbir yapı restore edilmemiştir. Dolayısıyla elimizde söz konusu yenilemeyi gerçekleştirecek bilgi birikimi yoktur. Kaldı ki 1228 tarihli bu başyapıt aynı yasalarla son yarım yüzyılda restorasyon adı altında zaten büyük tahribata uğramış durumdadır. Oysa her iki eser de riske atılamayacak kadar önemlidir..”

Yorumlar kapatıldı.