İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Madalyonun Arka Yüzü: Türk Milli Kimliğinin Kurucu Öğesi Olarak Ermeni Kıtalı

1

Düzenlenen bu konferansın başlığı ‘Osmanlı’nın çöküş döneminde Ermeniler’in ele alınacağını ima etse de bu tanım, üzerinde düşünmeye çalıştığımız gerçekliğin ancak bir bölümünü kuşatıyor. Çünkü madalyonun bir de arka yüzü var… Bu konferans, tam da şu anda hayata geçen bir etkinlik olarak ‘Türkiye’nin kendini arayış döneminde Türkler’e gönderme yapmakta. Geçmişteki Ermenilerle bugünkü Türkler arasındaki bağ, günümüz Türkiye’sinin yok saydığı, kendisinden manen uzaklaştırdığı Osmanlı çöküşü ile kopmaz ilişkisinin bir başka ifadesi. Bu konferans bittiğinde madalyonun arka yüzü, başlığın belirttiği ön yüzden çok daha önemli olacak. Yapıln tarihsel değerlendirmeler doğal olarak bir fikri zenginleşmeye neden olsa da, kamuoyunun merakla beklediği türden kategorik bir sonuç üretmeyecek. Oysa bu değerlendirmelerin yapılması bugünü yaşayan Türklere ilişkin anlamlı bir ‘sonuç’ ima edecek : Türkiye’nin ve Türklerin uzun zamandan bu yana ilk kez kendilerini tartışmaya hazır oldukları ortaya çıkacak…

Dolayısıyla madalyonun arka yüzünü çevirdiğimizde karşımızdaki ilk soru Türklerin niçin kendilerini tartışmadıkları ya da tartışamadıklarıdır. Ardından nasıl olup da tartışmamayı yadırgamadıklarını ve bu durumu nasıl rasyonalize ettiklerini sormak gerekir… Toplumsal olarak paylaşılan ve hatta sahiplenilen bu ‘unutkanlık’ halinin giderek milli kimliğin bir parçası haline gelmesi şaşırtıcı değil. Çünkü milli kimlik sizi sizden saydığınız kişiye benzeten, sizi onunla ortak kılan bir nitelik olduğu ölçüde; tarihi seçici bir biçimde unutma iradesinin nesilden nesile geçerek onları birbirine bağlayan bir kültürel kod haline gelmesini anlayabiliriz.

1915’de yaşanan Ermeni kıtalı, söz konusu konuşulamayan geçmişin en önemli yapı taşlarından biri. Bu olayın toplumsal amnezinin nedeni olduğunu öne sürmek fazla ‘cesur’ bir varsayım olsa da, amnezinin sembolik taşıyıcısı olarak işlevselleştiğini görmek gerekiyor. Tarihin sadece unutulmasını değil, bilinçli çarpıtılmasını da meşru kılan bir olaydan söz ediyoruz… Milli kimlikte böylesi dramatik etkiler yaratan bu olayın bir ‘tarihsel olgu’dan ziyade bir ‘kültürel travma’ olduğunu söylemek belki daha doğru. Psikoloji bilimi genelde travma kavramına yaşanılanın sonuçlarını odağa alan bir biçimde yaklaşır. Doğal olarak mağdurun yaşadığına ‘travma’ denir ve iyileşmenin yaşanılanla yüzleşip onu bir anlamda normalleştirip unutmakla mümkün olacağı varsayılır. Ancak hayat sadece yaşanılan değil, yaşanılan üzerine konuşulan da bir süreç… Nitekim yaşanılanın neden olduğu travmaların da üzerinde konuşularak sağaltılacağını düşünmekteyiz. Bu tespit konuşmamanın bizatihi travmatik bir etkiye sahip olduğunu ima ediyor. Çünkü konuşmama hali giderek ‘yaşanan bir olgu’ya dönüşmekte, konuşmamaya ilişkin farkındalık ve kabullenme latent bir baskı oluşturmakta.

Travma ile başa çıkmak açısından bakıldığında yaşanılanın somut niteliğinden ve etkisinden ziyade, yaşanılan üzerine konuşabilmenin daha belirleyici olduğu söylenebilir. Birer genel kategori olarak ‘Ermeniler’ ve ‘Türkler’in konumu bu bağlamda eşit değil… Özellikle Türkiye’deki Ermeniler yaşanan travmatik olayın ardından günümüze kadar bunu açıkça konuşamasalar da, konuşamamayı rasyonel kılan bir ortamda gördüler kendilerini. Herşeyden önce azınlık durumundaydılar ve dolayısıyla mağduriyetleri devam etmekteydi. Ayrıca yeni Türk devletinin gayrımüslim politikasında da belirgin bir farklılık yoktu. Öte yandan diaspora Ermenilerinin konuşuyor olması psikolojik bir rahatlama yaratmaktaydı. Kendiniz konuşmasanız da konuşmaya sessizce işaret eden bir tavırdı bu…

Buna karşılık zamanın İttihatçı hükümetini zımnen sahiplendikleri ölçüde kendilerini 1915 kıtalının faili haline getiren Türklerin konuşmaması bir tür şizofreniye tekabül etmekte. Geçmişteki olay Türkler tarafından bir ‘suç’ olarak tanınmış olsaydı, bunu bir Türk olarak hatırlamanın acı vermesi karşısında konuşmamanın tercih edilmesi anlaşılabilirdi. Ama hem olayın asıl suçlusu olarak öteki tarafı görmek, hem de konuşmamak nasıl izah edilebilir? Söz konusu şizofrenik hali normalleştirmenin yolu bu durumu garipsemeyen bir toplumsal aoraya sahip olmak ve buna uygun bir söylem geliştirmektir. Nitekim Türkiye toplumu da kendisine geçmişin bazı dönemlerinin konuşulmamasını rasyonalize eden bir nitelik atfetmektedir. Buna göre Türkler bir yandan ‘hafızası zayıf’, diğer yandan ‘geleceğe bakan’ bir halkdır… Biri olumsuz öteki olumlu gözüken nitelemeler olsa da bu söylem sonuçta geçmişe bakmayan, birlikte unutmaya hazır bir toplumu ima eder.

Ne var ki geçmişini unutmaya böylesine yatkın bir toplumun kendine yabancılaşmaması pek mümkün olmaz. Ortak kimliğin paylaşılan bir geçmişten beslenen bir kültürel ortam gereksindiği düşünülürse, söz konusu geçmişin travmatik bir bölümünü dışarda bırakan bir ‘hatırlama’ kültürünün ortak kimliği yüzeyselleştirip şablonlaştırabileceği açıktır. Milli kimliğin böylece ‘kuruması’ karşısında, görünen o ki Türk toplumu çareyi devlete sığınmakta, onun üzerinden kendine kimlik biçmekte bulmuştur. Söz konusu ‘sığınma’ halinin, Türkiye’deki devlet/toplum ilişkisinin otoriter ve tahakkümcü yapısını mümkün kılan bir psikolojik arka plan oluşturduğu söylenebilir.

Ancak belki daha önemlisi, tarihin kırpılması sonucu yaslanılan devletin yeni bir tarih söylemi üretmesinin de toplumsal kabul görmesidir. Böylece bir devlet tasarrufu olarak tarihin ideolojik tasavvuru olanaklı hale gelirken, bu tasavvurun ima ettiği hayali bir kimlik de Türklüğün yapıcı unsuru olarak ideolojikleşmiştir. Kritik nokta gerçeklikten bu uzaklaşma işleminin bir ‘normalleşme’ olarak algılanması ve yaşanmasıdır. Sanki esas yaşanmış olan gerçeklik güvenilirliği olmayan bir anlam dünyasına aittir ve devlet onun yerine topluma hakettiği gerçekliği ve kimliği vermektedir. Böyle bakıldığında Cumhuriyetin esas işlevlerinden birinin söz konusu geçmişi ve kimliği üretmek olduğu; bunun toplum üzerinde bir baskı olmak bir yana, toplumu kendi gözünde ‘normalleştiren’ bir nitelik olarak görüldüğü söylenebilir. Diğer bir deyişle Cumhuriyetin ürettiği kimlik Türk toplumunu kendi geçmişinden uzaklaştırdığı ölçüde, konuşmamanın ima ettiği travmayla yüzleşmekten de uzak tutmuş; toplumsal amneziyi milli kimliğin önkoşulu haline getirecek olan süreci mümkün kılmıştır.

Dolayısıyla Türk toplumunun Ermeni kıtalını niçin konuşmadığı, bu olayı niçin bir ‘Ermeni meselesi’ haline getirerek dışsallaştırdığı da açığa çıkar: Çünkü Ermeni kıtalı arka yüzünde Türk kimliğinin olduğu bir madalyon gibidir… Toplum bu kimliğe dışardan verilmiş bir kurtarıcı misali sarıldıkça, tarihsel kimliği hatırlatan ve onun yerine konan yeni kimliğin hayali yapısını ortaya koyan bir hatırlama faaliyetinden de kaçınmaktadır.

Tarihsel kimliğin kaybı, kendini işlenen suçun faili olarak görme baskısından kurtulma karşılığında ödenmiş bir bedel gibidir. Böylece ölümlerin yanında el konan servetin de neredeyse ‘tarih dışı’ addedilmesi mümkün olmuştur. Diğer taraftan bir halkın kendi gerçek kimliğinden ve onu oluşturan tarihsel gerçekliklen sıyrılması kolay değildir. Tam da bu nedenle Osmanlı’nın tehcir ve temizleme politikasının rasyonel bir kamu uygulaması olduğuna dair günümüzün Türk toplumu içinde geniş bir fikir birliği söz konusu. Başka bir deyişle işlenmiş olan suç karşısında toplum hem bugünkü kendini soyutlamakta, hem de uygulamayı haklı bularak geçmişteki kendini aklamaya çalışmaktadır. Bu durum zımni bir devlet savunuculuğuna imkan tanırken, suçun ‘Ermenilere’ yüklenmesinin de yolunu açar… Ne var ki hem devletin hem de toplumun işlenen suçtan arındırılıp mağdurun esas suçlu kılınması, şizofreni noktasına geri dönüldüğüne ilişkin bir işarettir. Türk toplumunun bu savunmacı ruh hali üretilmiş milli kimliğin ne denli kırılgan olduğunu ve bu kimliğin niçin Ermeni kıtalı ile doğrudan bağlantılı bulunduğunu da bizlere hatırlatır…

2

Türk milli kimliği ile Ermeni kıtalı arasındaki bağlantıyı kavrayabilmek için, bu uygulamanın Osmanlı kimliğinin iflası anlamına geldiği tespitiyle başlamak gerekir. Çünkü Osmanlı toplumsal kimliği farklı etnisite ve dine sahip cemaatlerin birarada olabilme haliyle ilişkiliydi. Diğer bir deyişle Osmanlı devleti sadece Türklerin değil, Ermenilerin de devletiydi ve meşruiyeti cemaatler üstü bir hakem olma işlevinde temellenmişti. Dolayısıyla devletin kendi tabasının bir bölümünü etnisite ve din ölçütünü esas alarak ezmesini ifade eden Ermeni kıtalı, Osmanlı’nın da bir devlet nizamı olarak gayrı meşru hale gelmesini ifade eder. Ne var ki Osmanlı’nın devlet olarak yozlaşma süreci, aynı zamanda Osmanlı kimliğinin de buharlaşma sürecidir… Nitekim Cumhuriyet’in anlamı sadece toprakların kurtarılması ve bağımsızlığın sağlanması çerçevesinde kalındığı takdirde doğru anlaşılamaz. Çünkü Cumhuriyet’in bir diğer işlevi de tarihten ve gerçeklikten kopmuş, kimliğini suçla ilişkilendirdiği ölçüde yitirmiş bir halka yeniden kimlik vermek olmuştur.

Bu yeni kimliğin inşasını mümkün kılan olgu, Cumhuriyet’in bir ‘kopuş’ olmasıdır. Bu her şeyden önce devlet düzleminde bir kopuştur: Dinsel hurafelerle boğulmuş, ‘geri’ Osmanlı nizamından laik, çağdaş, modern ve ilerici bir düzene geçiş… Ancak bu geçiş aynı zamanda eskisinden farklı, yeni bir toplumun; dolayısıyla yeni bir kimliğin de üretilmesini ifade eder. Bağımsızlık üzerine temellenmiş, dünya medeniyetine en asil katlıları yapmış bir kavim olarak ‘Türklük’ yeni toplumun öz kimliğini oluştururken; onu bir bulamacı andıran Osmanlı kozmolitizminden de koparmıştır. Nihayet ‘kopuş’ bizzat yöneticiler düzleminde de geçerlidir: Eskinin yozlaşmış, mandacı idarecilerinin karşısında, şimdi ilerici ve bağımsızlıkçı milli kahramanlarımız bulunmaktadır… Söz konusu ‘ilerici ve bağımsızlıkçı’ kişiliğin kimliksel ifadesi ise ‘laik ve Türk’ olmaktır. Bu açıdan bakıldığında kopuş sonrası ortaya çıkan hem yeni devletin ve toplumun, hem de yeni yöneticilerin meşruiyetinin aynı kimliğin taşınmasından doğduğu açıktır. Bu yeni meşruiyet yöneticilerle toplumu ve devleti neredeyse organik bir biçimde bütünleştirmekle kalmamış; kopuşu yeni düzenin epistemik öncülü haline getirmiştir. Bu kopuşun pürüzsüz olması ise bir anlamda Cumhuriyet’in tahakkümcü reformizminin meşruiyetini sağlamıştır…

Cumhuriyet’in Osmanlı’dan bir ‘kopuş’ olarak tanımlanmasının bedeli tarihsiz kalınması olduğu ölçüde, kimliğin ve yöneticilerin meşruiyetini besleyecek yeni bir tarihin yazılma çabası da şaşırtıcı olmaz. Dolayısıyla ortaya çıkacak ‘tarih’ son derece işlevsel olacak; kopuşun gereksindiği meşruiyeti sağlayan bir ‘ortak yanılsama’ olarak içselleşecektir. Bunun anlamı Türkiye’de tarihin tarihçilere bırakılacak, açık uçlu bir alan olmayıp; devletle toplumun bağını, devletin toplum üzerindeki tahakkümünü ve yöneticilerin meşruiyetini garanti altına alan bir ‘milli siyaset’ alanı olduğudur.

Nitekim Cumhuriyet’in başından bu yana tarihin üretilmesi, milli kimliğin üretilme projesi olarak algılanmış ve otoriter devlet modelinin söz konusu milli kimlikle ‘doğal’ ilişki içinde olduğu, hatta bu milli kimliğin uzantısı olarak anlaşılması gereği işlenmiştir. Tarih üretiminin ilk ölçütü bunun ‘temiz ve onurlu’ bir tarih olmasıydı… Anadolu topraklarında neredeyse onbin yıl önceye giden ve tüm ırklar soysuzlaşırken ilk günkü gibi kalan bir ‘Türk’ ırkı mitosu böylece ortaya çıktı. İnandırıcı bulunması pek kolay olmasa da, yeni Türk toplumu bu mitosu sessizce kabullendi. Çünkü bu temiz ve onurlu tarih topluma temiz ve onurlu bir kimlik vermekteydi… Bu olumlu kimliğin devlet tarafından verilmesi ise, muhtemelen toplumda hala yüzleşilmeyen bir psikolojik eziklik yarattı. Geleneksel Müslüman kesimler bile kendilerini bir ölçüde devlete şükran borcu içinde hissederlerken; toplumun genelinde devletin kimlik siyasetine uyum göstermeye hazır bir ruh hali oluştu. Mukayesesiz ve neredeyse insanüstü bir kahraman olarak ‘Atatürk’ mitosu da belki tam da bu eziklikle yüzleşememenin sonucu olarak hızla işlevselleşti. Çünkü Atatürk’ü ‘büyütmek’ geri kalan tüm diğer Türklerin yaptıklarının gözardı edilebilmesini sağlıyordu. Yeni kimliğin cisimleşmiş hali olarak Atatürk topluma Türk’ün ne olduğunu bizzat göstermekle kalmıyor; Türk’ü istenmeyen geçmiş öğelerden de temizlemiş oluyordu…

Milli kimliğin üretilmesinde ikinci adım ‘temiz ve onurlu kimlik’ten ‘doğru vatandaşlık’a geçişti. Kimlikle vatandaşlık arasındaki ideolojik bağ, toplum psikolojisini öne çıkaran bir mantıksal süreç içinde hayata geçerken, sonuçta toplumsal amneziyi de söz konusu kimlikle vatandaşlığı bütünleştiren ve her ikisini birlikte olanaklı kılan bir önkoşul olarak tanımlamış oldu. Söz konusu süreci beş adımda özetlemek mümkün…

Birinci adım vatandaşın devlet tarafından üretilmiş bu yeni temiz ve onurlu kimliğin ‘taşıyıcısı’ olarak tespiti ve toplumun bu vatandaşlığa davet edilmesidir. Toprakları kurtaran, bağımsızlığı sağlayan aktörün toplumun kendisinden ziyade ‘kurtarıcılar’ olması ve bu kurtarıcıların devletle bütünleşmesi, toplumun yapılan davete icabet etmesini doğal hale getirdi. Ne var ki temiz ve onurlu kimliğin devlet tarafından verilmesi, bu kimliğin ima ettiği düşünce ve eylem kalıplarının da devletçe sağlanmasını gerektirmekteydi. Öte yandan devletin yöneticileri bu düşünce ve eylem kalıplarının kendi meşruiyetlerini sürdürecek biçimde tanımlanması konusunda doğal olarak fazlasıyla duyarlıydılar. Dolayısıyla vatandaşa kendisiyle ilgili olarak verilecek vizyonun devleti ve yöneticileri kollaması, yeni kurulan Cumhuriyet düzeninin de bir anlamda bekasını ima etmekteydi. Bu nedenle temiz ve onurlu kimliğin taşıyıcısı olmanın ilk koşulunun, bu kimliğin ‘korunması’ olduğu vurgulandı. Diğer bir deyişle vatandaş olup onurlu kimliği taşımak, ancak devletin sunduğu bu kimliğin devletin algıladığı biçimiyle korunmasıyla mümkündü. Böylece toplumun kimlik ihtiyacı, onu vatandaşlık bağı üzerinden devlet tahakkümüne razı kıldı. Sonuçta Türkiye’de vatandaşlık kişinin devlet tarafından kendisine verilmiş olan ‘sorumluluğu’ taşıması biçiminde tecelli etti. Vatandaşlık bir toplumsal hak değil, devlet sorumluluğunun paylaşılması olarak anlaşıldı. Yaşanmış gerçeklikle fazla bir bağı olmayan resmi tarih yorumunun toplum tarafından böylesine yaygınlıkla ve sorgulanmaksızın sahiplenilmesinin nedeni belki de burada aranmalıdır…

İkinci adım, hiyerarşik olarak tepesinde bulunan bir devletle olan bu sorumluluk paylaşımının toplumu devletin normlarına muhtaç kılmasıdır. Türkiye’de toplumun kendi değerlerinden hareketle kimliğine veya vatandaşlığa ilişkin bir norm üretmesi hali fazlasıyla sıra dışıdır ve ilk fırsatta devlet tarafından törpülenmeye, hatta suç haline getirilmeye adaydır. Vatandaşlık normlarının devlet tarafından üretilmesi, kültürel kimliğin bir ‘kamusal alan’ olarak algılanmasına, bu ise bütünüyle kültürel alanın bir milli siyaset konusu olmasına yol açmıştır. Böylece kimliğe ilişkin her şey millileşir ve neredeyse siyaset dışı ilan edilerek devlet tarafından koruma altına alınırken; bunun tamamlayan bir biçimde, kaderini devlete teslim etmiş edilgen bir toplum ortaya çıkmıştır. Bu otoriter ilişki biçimi altında, vatandaşlık sadece belirli bir kimliğin sahiplenilmesini değil, savunulmasını da ima etmektedir. Bu bağlamda devletin normlarına uymak, bir anlamda kendi vatandaşlığınızın devlet nezdinde tescil edilmesi olarak anlaşılırken; vatandaşlığın savunulması da devlet savunusu ile örtüşmektedir. Böylece devlet tarafından verilen normları savunan vatandaş, kendiliğinden devlet tahakkümünü de savunmuş olmaktadır. Bunun kimliksel karşılığı ise, Türklüğün devletin istediği gibi savunulmasının Türk olmanın/sayılmanın önkoşulu haline gelmesidir. Türklüğün belirli bir tarih ‘yorumuna’ dayandığı düşünülürse, Türk olmak için niçin söz konusu tarih yorumunun bir ideolojik dogma gibi sahiplenildiği de ortaya çıkar…

Üçüncü adım devletle toplum arasındaki tahakkümü sistematize ettiği oranda, modernlik içinde ‘kabul edilebilir’ bir anlama oturan bu vatandaşlık anlayışının sürekli kılınmasıdır. Toplumun edilgen kalmasını ve bu edilgenliği kabullenip içselleştirmesini hedefleyen bir doğal eğilim altında, kamu otoritesi enerjisini toplumun karşısındaki tehditlere dikkat çekmeye yöneltmiştir. Batının bizleri parçalama niyeti ve kadim Türk düşmanlığı ile beslenen ‘kuruluş mitosu’, toplumu dışardan gelecek bilinmeyen ancak süreklilik arzeden bir tehdit ortamı içinde tanımlamaktadır. Bu durum hangi bilginin stratejik olduğunu bilmeyen, bilginin dış güçlerin eline geçtiğinde üreteceği zararı tahayyül edemeyen, ancak bu ihtimallerden ürken bir toplumsal ruh haline tekabül eder. Tam da bu nedenle Türkiye’de devlet neredeyse İslami kod içinde bir ‘rehber’ gibi algılanırken; devletin en değişmez ve güvenilir organı olarak gözüken ve kuruluştan gelen prestijine dayanan Türk Silahlı Kuvvetleri, bizzat söz konusu rehberliğe sahip çıkmıştır. Özellikle çok partili hayatla birlikte, ordu Türkiye’nin gerçek çıkarlarını ve onun karşısındaki tehlikeleri bilen bir hami pozisyonundadır. Bu durumun toplumun edilgenliğini daha da pekiştirmesi bir yana; asıl ilginç sonucu bilgiyi stratejik bir unsur olarak algılarken neyin ‘bilgi’ olduğunu bilemeyen bir toplumun üretilmesine sağladığı katkıdır. Böylece bilginin devlet tekeline, ‘kaypak’ siyasetçilere değil ‘güvenilir’ askerlere verilmesini onaylayan bir anlayış doğmuştur. Söz konusu kabullenmenin karşılığı ise, devletin tehdit bağlamı içinde tanımladığı alanlarda konuşmayı tehlikeli sayan bir toplumun ortaya çıkması; bu konuşmama halinin bir vatandaşlık sorumluluğu olarak algılanması; hatta ortak konuşmama halinin bir tür paylaşma ve dayanışma olarak kimliği beslemesidir…

Dördüncü adım tehdit ortamının toplumda var olan farklılıkların siyasallaşmasını önleyecek biçimde ‘derinleştirilmesidir’. Çünkü Türkiye’deki devlet/toplum ilişkisini ve vatandaşlık anlayışını salt dış tehditler üzerinden sürdürmenin zorluğu bir yana; Cumhuriyet’in gerçek anlamda bir toplumsal mutabakat üzerinde yükseldiğini söylemek son derece güçtür. Türkiye topluluklar evresinden toplum olmaya geçemeden milletleştirilmiş bir halkı barındırmakta. Dolayısıyla farklı toplumsal kesimlerin talep ve tercihlerinin siyasallaşmasını ‘millet’ için bir tehdit olarak algılayan bir bakışın hem ‘laik ve Türk’ hem de ‘Sünni ve Türk’ cemaatlerde hayli yaygın olduğunu söylemek mümkün. Bu durum milli kimlik ve milli beka meseleleri açısından asıl tehdidin içerden geldiğini ima etmekte. Öte yandan sayıları çok aza inmiş olmasına karşın gayrımüslimlerin bu algılama içinde epeyce kritik bir rolü bulunuyor. Çünkü gayrımüslimlerin Batı ile ilişkisi, günümüzdeki toplumsal farklılık taleplerini tipik ‘Türk vatandaşı’nın tahayyülünde geçmişteki ‘emperyalist’ siyasetle bağlantılı kılmakta. Böylece Kürtlerin Ermeni dölü olmaları da anlam kazanıyor: Bugünün Kürtleri ile geçmişin Ermenileri, Türk kimliğinin karşısında aynı safta yer alarak, Türk milletinin tarihi yürüyüşüne nifak sokan bir komplonun parçaları haline geliyorlar. Dolayısıyla geçmiş Ermeni talepleri ile günümüzdeki Kürt talepleri ‘Türk’ün tahayyülünde bütünleşmekte. Bunun anlamı bitmemiş bir Kurtuluş Savaşı yaşamakta olduğumuz ve bölünme/parçalanma tehlikesinin aynen doksan yıl öncesindeki kadar gerçek olduğu sanısıdır. Tehdidin böylesine büyük ve sürekli olduğu bir ortamda toplumun devlete bağımlılığını kırmak ise zorluğu bir yana, rasyonel de değildir. Nitekim vatandaşlık kavramı sayesinde devletin tahakkümünü kabullenen toplum, bugün bile içerden gelebilecek tehdidin büyüklüğü karşısında söz konusu tahakkümün devamını kendi bekası için en akılcı tutum olarak görebilmekte…

Beşinci adım kimliğe ilişkin normların devletten geldiği, bu kimliğin bekasının devlete muhtaç olduğu bu anlayış içinde; zaman algısının da devlet perspektifi içinde oluşmasıdır. Diğer bir deyişle toplumun herhangi bir konuyla ilgili ürettiği zamanlama, devletin o konuyu tehdit skalasında nereye oturttuğunun ve sahip olduğunu ima ettiği ‘gizli’ bilginin uzantısıdır. Bu açıdan medyanın hayati bir görev ifa ettiğini, devletin zamanlama anlayışı etrafında toplumsal duygu mobilizasyonunu sağladığını yaşanmış sayısız örnekle biliyoruz. Söz konusu zamanlamanın birincil işlevi, toplumsal meselelerin bir devlet stratejisi içinde kamuoyuna çıkması ve sorunları öteleyerek bugünü geçiştirme mantığına dayanmasıdır. Diğer bir deyişle amaç bir sorunun çözülmesi veya nasıl çözülebileceğinin tartışılması değil; sorunu yaratanların kötü niyetine işaretle sorunun niçin çözülmemesi gerektiğinin işlenmesidir. Dolayısıyla kimliğin ve milletin öne çıktığı bu bakış altında, tüm farklılıklarıyla birlikte ‘toplum’un bir özne olma imkanı kalmamaktadır. Nitekim tüm toplumsal meselelerde hedef devletin özneleştiği bir vizyonun medya yoluyla toplumsallaştırılmasından ibarettir. Diğer taraftan bugününü devlete teslim eden bir toplumun geleceğini kendi dinamiği üzerinden tartışması ise abestir. Bu durum geleceğe bakan ama onu kendi tercihleri çerçevesinde tanımlamaktan çekinen bir toplumsal ruh hali üretirken; yarını kaybetme korkusu bugünün sorunlarının da çözülmeden taşınmasına razı olunmasına neden olmakta…

3

‘Temiz ve onurlu kimlik’ten ‘doğru vatandaşlık’a geçiş böylece bir yandan devlet tarafından verilmiş normlar etrafında bir kimlik sahiplenmesi ve savunması yaratırken; gene devletin önayak olduğu dış ve iç tehdit algılaması söz konusu vatandaşlık algısını rasyonel hale getirmektedir. Ancak meselenin salt bu şekilde konması da gene ‘madalyonun bir yüzü’ne fazlasıyla ağırlık verir. Çünkü her ne kadar devlet aktörlerinin kendi meşruiyetleri açısından bu dinamiği besledikleri doğru olsa da; toplumun da söz konusu devlet tavrını zımnen talep ettiğini, en azından bunu yadırgamadığını, hatta çoğu zaman bu devlet tutumuna şükran duyduğunu görmek gerekir.

Toplumun bu psikolojik ihtiyacının Osmanlı son dönemindeki kimliksel erozyonla, yani bir yandan Batı karşısında yaşanan aşağılanmayla, diğer yandan da kendi ‘iç komşularına’ karşı işlenen ve paylaşılan suçlarla bağlantılı olduğu açıktır. Cumhuriyet’in ‘göklerden inmiş’ ilahi bir hediye misali toplumu geçmişinden koparması, bir genel kategori olarak Türklerin vicdani ve kimliksel yaralarını unutmalarını sağlamıştı. Dolayısıyla Ermeni kıtalı üretilmiş olan Türk kimliği ve algısı üzerinde doğrudan bir tehdit oluşturmakta… Unutulmak istenen, unutulduğu sanılan bir döneme gönderme yaparken, Türk kimliğinin ne denli kırılgan olduğunu da bizlere hatırlatmakta. Geleceğini tartışmayan, bugünüyle yüzleşmeyen bir toplum için tarih tehlikelerle dolu büyük bilinmezlikler içermekte…

Tam da bu nedenle Türk toplumu için tarih ‘kendini koruma içgüdüsü’ ile yaklaşılan bir alan. Diğer bir deyişle tarih, gerçekte yaşanılanın merak edildiği bir anlama faaliyetini değil, ‘bize’ vereceği zararın engellenmesine yönelik bir tez üretimini ima ediyor. Söz konusu yararcı bakış salt bir devlet politikası değil, bizzat toplumun da içselleştirdiği bir tavır. Böylece gerçekliğin araçsallaşmasının, gerçekliğe manipülatif yaklaşmanın meşru sayıldığı bir ‘bilimsel’ ortam varsayılabiliyor. Gerçeklerle yüzleşmenin toplum için ‘zararlı’ olacağına dair paylaşılan zımni korku, tarihin istenildiği gibi ‘yorumlanabileceğini’ ima ederken, ‘milli tarih tezi’nin de en az gerçek yaşanmışlık kadar sahici bir alternatif olduğu sanısını üretmekte.

Kritik nokta tarihe bu bakışın Türk kimliğinin önündeki tehditlerle bağlantılı olduğu ölçüde bir vatandaşlık normu olarak da üretilmesi. Öyle ki bugün birçokları için ‘Türk’ olmak, geçmişe belirli bir milli açıyla yaklaşılmasını, gerçeklerle uyuşmasa bile ‘Türk’ için yararlı olan milli tezin savunulmasını ifade ediyor. Tersten bakarsak söylenen şey ‘Türk’ün tam da böyle biri olduğu, bu anlam dünyasının milli kimliğin kurucu önkoşulunu oluşturduğu…

‘Türk’ün Ermeni kıtalına yaklaşma biçimi üzerinden tanımlanması, bu meseleye farklı bakanların kolaylıkla ‘vatan haini’ ilan edilmeleri yanında; Türk toplumunun ruh sağlığını da belirgin bir biçimde bozuyor. Çünkü bir yandan toplumun geçmişine ilişkin açık uçlu bir konuşma şansı böylece feda edilirken; bizatihi unutmanın neredeyse toplumsal ve kimliksel bir değer olarak sunulmasına tanık oluyoruz. Ne var ki bu unutma isteği toplumu 1915 günlerine geri götüren bir psikolojiyi ifade etmekte… Türk toplumu sanki 1915’den bu yana kapanmamış bir ‘bugün’ parantezinin içinden çıkamıyor… Yaşadıklarıyla ve kendisiyle yüzleşememenin sancısı ise hayali bir geçmişin sanallığına çaresizce tutunma arzusuna yol açıyor.

Doğal olarak Ermeni kıtalı ile yüzleşememe meselesi Türk kimliğinin tek belirleyici unsuru olarak sunulamaz. Ancak böylesine bilinçli bir amnezi döneminden sonra bugün ima ettiği sembolik önem, söz konusu tarihsel aralığı yeniden kurguya ve anlamaya açık hale getirdiği ölçüde, ‘Türk’ kimliğinin karşısında bir tehdit oluşturuyor. Söz konusu tehditten kaçma uğruna toplumsal amnezinin bir ‘iyileşme’ yolu olarak önerilmesini ise, belki de sağlıksızlığıyla yüzleşemeyen tipik bir ‘hasta’ tavrı olarak anlamak gerekmekte…

Bu mesele bağlamında devletin ürettiği ve toplumdan uyum talep ettiği strateji ise, herhangi bir ‘iyileşme’nin önünü tıkamakta. Ermeni kıtalı ile Türk kimliğini birbirine bağlayan, birini diğerinin ‘arka yüzü’ yapan yaşanmışlıkla yüzleşilmesi, ister istemez Türkiye’de devlet/toplum ilişkisini ve demokrasi anlayışını gündeme getirecektir. Bu ise Cumhuriyet’in başından bu yana bir biçimde devam etmekte olan eşitsiz iktidar paylaşımının sonunu ima eder. Dolayısıyla Ermeni kıtalına ilişkin bir konuşmanın aynı zamanda bir sistem ve özgürlükler tartışması olacağı açık. Bu tartışmanın Türk kimliği üzerindeki devlet tahakkümünü gündeme getireceği de… Dahası Cumhuriyet’in gayrımüslim politikasındaki süreklilik ve bunun İttihatçı anlayışla bağları ortaya çıktığında; bu politikanın bir anlamda ‘Türklerin’ yönetilmesi için nasıl bir araç oluşturduğu da muhtemelen anlaşılabilecek. Bütün bunların anlamı esas yüzleşmenin geçmişle değil, bugünle; Ermenilerle değil bizzat Türklerin kendi içinde yaşanması gereğidir.

Diğer taraftan devletin işlevi etrafında başlayacak bir yüzleşmenin toplumu kendisine bakmaya da sevketmesi beklenir… Çünkü toplum bu devlete sadece tahammül etmemiş, onu istemiştir de… Tarihle yüzleşme meselesi toplumun devlete olan ihtiyacını ortaya çıkardığı ölçüde, belki bu toplumun devlet tahakkümünden kurtulmasının da yolunu açıp onu gerçek anlamda özgürleştirirken, Türklüğü de çoğulcu bir anlayış üzerinden yeniden düşünmemize neden olur.

Son bir nokta olarak bu yüzleşmenin çatışmacı bir anlam dünyası içinde yaşanması gerekmiyor… Eğer karşılaşma birer genel kategori olarak Türklerle Ermeniler arasında yaşanmak durumunda olsaydı, iki milli tez altında ezilen toplumların sağlıklı bir açılım gerçekleştirmeleri pek kolay olmayabilirdi. Oysa bugün her iki tarafta da birer ara kategori var: Ermenilerin içinde Türkler tarafından kurtarılmış olanların, Türkler arasında ise Ermeni anneanne ve babaannelerin torunları ve torun çocukları… Umarım bu insanlar kendilerinin ne denli şanslı olduğunu idrak ederler. Çünkü bunlar kendi hayatları ve geçmişleri sayesinde bütün bir toplumun geçmişine ve çevrelerine sağlıklı gözlerle bakabilme şansına sahipler. Bu insanlar konuşmanın mümkün olduğu, insani olduğu bir anlam dünyasından bizlerin geri kalanına ışık tutabilirler. Konuşabilenin konuşamayana yardımcı olması, en basit demokratlık gereği olarak, her iki toplumun da ‘iyileşmesinin’ önünü açabilir. Ermeni kıtalı her iki toplumun da ruhsal sağlığını yitirmesine neden olmuştu… Bugün aynı Ermeni kıtalının konuşulması, kim bilir belki de her iki toplumun kendisine ve ‘öteki’ne psikanaliz yapmasını ifade edecektir…

Yorumlar kapatıldı.