İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

İlkeli ilkesizlikler ülkesi

Gündüz Vassaf

Taraf tutmayandan hoşlanmayız.

Bu yazının başlığı ‘Derin devlet kültürü’ de olabilirdi, ama o zaman daha yazı okunmadan taraf tutmaya davetiye çıkarmış olabilirdim.

Meraklıyız taraf tutmaya. Tek başımıza, kendi fikirlerimiz doğrultusunda konuşmaya cesaretimiz yok. Kendimizi tehlikeye atmasına atıyor, özverili davranıyor, gözü kara, başımıza gelecekleri düşünmeden, devleti, iktidarı karşımıza alacağımızı bile bile düşüncelerimizi açıklıyor ama tek başımıza olamıyoruz. Arkamızda mutlaka birileri gerekiyor. Bana arka çıkacak, benim gibi düşünen, benimle aynı tarafta olan. Doğru bulmadığımıza karşı taraf bizden önce tepki verince de susmayı tercih ediyoruz.

Böylece, konu konu olmaktan çıkıyor, meselenin özü kayboluyor, ortada bir tek taraflar kalıyor.

Yıllar önce Türkiye’de basın günlerce sağcı aydın olup olmayacağını tartışmıştı. Aydın dediğin solcu olmalıydı. Sağcı aydın deyimi, (Türkçe karşılığı olmayan) İngilizce tanımıyla bir ‘oxymoron’, yani anlamı zıt kelimelerin yan yana gelmesiydi. Tartışmada garip olan aydının sağcı olup olamayacağı değil, aydın tanımının bir tarafa aitlikle değerlendirilmesiydi.

Toplumun vicdanı adına bize yol gösteren, bizi aydınlatanlarda aranan en önemli vasıf taraf tutmaktansa tutarlı olmaları değil mi?

Apo’nun idamına karşı çıkıp Adnan Menderes’in asılmasını onaylayıp, Küba’da idam mangalarına nezaret eden Che Guevara’ya bunca yıl sonra bile kahraman gözüyle nasıl bakılabilir ki? Herhangi bir konuda tutumumuzu belirlerken, bir tarafla, bir ideolojiyle bütünleşmemiz, sade Türkiye’de değil, 20. yüzyılda milliyetçilikle de örtüşen faşizme karşı mücadelede tüm dünyada oluşmuş bir tavır.

Buı tavrın, ‘iyi kötü’, ‘ilerici gerici’ gibi, hâlâ siyah-beyaz gördüğümüz dünyamızda taraf tutarak, cepheleşerek süregelmesi, bağımsız düşünebilmenin, ilkeler çerçevesinde bir araya gelebilmemizin önünde engel.

Fransa’da ırkçılığa ve aşağılanmaya karşı göçmenlerin ayaklanmasını ‘Oh oldu!’ diye karşılayanların, Türkiye’de aynı ulus-devlet modelini savunmaları, takım tutmalarından kaynaklanan bir ilkesizlik, tutarsızlık değil mi? Ama bu modelin artık Türkiye için geçerli olmadığını savunanların da, ‘İmparatorluğun Çöküş Döneminde Osmanlı Ermenileri’ toplantısının, Hırant Dink’in, Orhan Pamuk’un, Ragıp Zarakolu’nun yargılanmasına karşı çıkıp, Van Üniversitesi Rektörü’yle genel sekreterinin başına gelenler karşısında sessiz kalmayı tercih etmeleri de ilkesizlik değil mi?

Bir arkadaşım bu konuyla ilgili mektubunda, ‘adama ne yapılıyor sorusu yerine, adam kimlerden denmesinden’ yakınıyor. Sade taraf tuttuğumuz konularda sesimizi çıkarmak, hiç sesimizi çıkaramayacağımız günlere de davetiye çıkarmaz mı? Sade taraf tuttuğumuz konularda sesimizi çıkarmak, bizi ‘ilke tüccarlarıyla’, siyasete ilke kılıfını giydirenlerle aynı konuma düşürmez mi?

İkinci Dünya savaşı yıllarında Alman rahibi Martin Niemüller’in aşağıdaki ünlü sözleri günümüz bağlamında da geçerli. “Önce Yahudilerin peşine düştüler,Yahudi değildim, itiraz etmedim. Sonra Katoliklerin. Katolik değildim, itiraz etmedim. Sonra sendikacıların, sendikacı değildim, itiraz etmedim. Benim için geldiklerinde itiraz edecek kimse kalmamıştı.”

İlkelerini psikolojik doyumsuzluklarına ya da günlük çıkarlarına göre seçenler inandırıcı olmuyor.

‘Derin devleti’ besleyen de bu ilkesizlik değil mi?

Yorumlar kapatıldı.