İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Paris yanmıyor (II)

Ferhat Kental

Geçen haftaki uzun yazımı ters yüz ederek yeniden sunuyorum. Bu sefer ikinci bölümden başlayarak…

İKİNCİ BÖLÜM

3. “Banliyö gençleri”

Klasik yollarla anlamak

İşte banliyöde şiddetle kendini var eden gençler, bu seçkinlerin yönettiği Fransa’da yaşıyorlar. Öncelikle, bu gençlerin ebeveynleri “göçmen”diler ve “işçi”ydiler, çalışıyorlardı. Oysa bu gençler bugün ne “göçmen”, ne de “işçi”: onlar “işsiz ve Fransızlar”… Onlar “göçmen” adı verilen yabancı kökenli kesimlerin tamamını temsil etmiyorlar. “Göçmenlik” kategorisi altında yer alan insanlar alabildiğine heterojen. İçlerinde kendilerini hem Müslüman hem Avrupalı; hem Fransız hem Arap (veya Türk) kabul eden, kültürlerarası kesimler de var; sadece para biriktirip ülkelerine yollamaya çalışanlar da var; toplumsal merdivenleri hızla tırmananlar, başarılı olanlar, tamamen asimile olanlar veya “entegre” olanlar da var.

Bütün bu heterojen kitlenin sadece bir parçası olan, sokakları ele geçiren, isyan eden banliyölü gençler, hükümetin temsil ettiği ve en az üç eksen üzerinde oluşturduğu “dışlayıcı söylem”e uygun bir şekilde kendilerini gerçekleştiriyorlar, eğer buna “gerçekleştirme” denilebilirse… Yani onları “lümpen proletarya”, “parya”, “sınıf altı” konuma sokan liberalizmin dışlamasına, şanslarını giderek yok etmesine karşı “refah ve eşitlik” istiyorlar; küstah evrenselci, çok bilmiş, söylemde kalan ve aslında asimilasyon arzulayan eşitlik iddiasına karşı “farklı kimliklerini” yaşamak istiyorlar; bu kimliklere saygı gösterilmesini istiyorlar. Ve giderek sağcılaşan, muhafazakarlaşan, Hıristiyanlaşan ortalama totaliter eğilimlere karşı bir tür doğululuk, Müslümanlık, Güneylilik, Asyalılık, Afrikalılık inşa ediyorlar.

Ve kafalarında Bağdat, Filistin, Gaza, Ramallah’tan intifada görüntüleriyle sokağa iniyorlar. Orada, aşağılanmışlığa karşı, kurtuluşu ölümde bulan intihar bombacısınınkine benzer bir dürtüyle “inşa ettikleri” kimlikleri sergiliyorlar.

Yani bu gençler, her şeyin üzerine “kararlıkla” gideceği, taviz vermeyeceği yönünde bol miktarda retorik kullanan sağcı, ulusalcı, liberal hükümetle gayet “refleksif” bir ilişki içinde… Onunla birlikte ürüyor; ona uygun replikler veriyor… İsyan eden banliyölü gençler bir “hastalık” sunuyorsa, bu tek başına olan bir şey değil; onlar Fransız toplumuyla beraber hasta… Çünkü ırkçılık varsa bu karşılıklı olarak vardır. Beyazın siyaha, esmere duyduğu aşağılayıcı duygular beraberinde esmerlerin beyaza karşı olan ırkçılığını da getiriyor. Çünkü kimlik doğuştan sahip olunan bir şey değildir. Kimlik “yapılan”, “olunan” bir şeydir. Bu gençler kimliklerini Fransa’da yaptılar ve yapmaya devam ediyorlar.

Yeni bir hayat “istemelerine” rağmen, bu durum, sistemin içine girip talep etmek, aktör olmak anlamına gelmiyor. Onlar sadece “yapıyorlar”. Farklı kimliklerini kurarken, örneğin babalarının yaşamış olduğu aşağılanmayı aşmak için belleklerini yeniden kuruyorlar. Sömürgeciliğin izlerini babalarından ödünç alıyorlar ve bugüne taşıyorlar.

Bu gençler o kadar “dışarıda” ki, kendi dışlarındaki her şeyden nefret ediyorlar. Kendilerini dışlayan devlet ve sistem görüntüsü veren her şeyden nefret ediyorlar. Bu nedenle, kurumlara da, okullara da, medyaya da, kiliseye de, otobüslere de, basına da saldırıyorlar. Şimdiye kadar aşağılanma karşısında hiç ses çıkarmayan, sisteme boyun eğmiş ebeveynlerinden bile nefret ediyorlar.

Sistemin o kadar dışındalar ki, ve bu “siyasetleri” o kadar dışarıda ki, sosyal mücadele alanından da düşüyorlar. 8 Mart’ta liseler arasındaki eşitsizliği protesto eden 9000 liseli gencin yürüyüşüne 1000 kişilik bir güruhla saldırarak gösteriyorlar bunu. Bu gösteride, kendileri gibi banliyölerden gelmiş, sosyal adaletsizliğe karşı seslerini duyurmak isteyen, yani aslında onların da haklarını arayan, ama özellikle beyaz, sarışın öğrencilere saldırıyorlar.

Klasik yöntemlerin anlamaya yetmediği yer

Söz konusu gençler, paradoksal bir biçimde, “sistemin aktörü ol(a)mayan aktör” özelliği taşıyorlar.

Bu insanlar “kibrit kutusu” şeklindeki yatakhaneden başka hiçbir anlamı olmayan büyük blok apartmanlarından oluşmuş mahallelerde yaşıyorlar. Ruhsuz, gri banliyöler… Bu “kentimsi”, zamansız, zaman ötesi mekanlarda, havada iki duygu dolaşıyor: sıkıntı ve nefret… Standart modern, terbiyeli, steril zihinlerimizin anlayamayacağı bambaşka sosyallikler kuruluyor buralarda. Mafya gibi, çete gibi… Erkeklik performansıyla, güç ilişkileriyle kurulan ilişkiler bunlar..

Onlar “kurban”… Kurban gibi davranıyorlar. Köşeye sıkışmışlıklarını, korkularını “güç” devşirerek aşmaya çalışıyorlar. Yan mahallede bir cesaret örneği sergilendiyse, onlar daha fazlasını yapıyorlar. Yan mahallenin delikanlıları 100 araba yaktıysa, onlar 110 araba yakmaya soyunuyorlar. “Kurban”, mafyalaşıyor.

Kendini “medeniyet” olarak sunan, meşruiyetini giderek kaybeden küstah bir seçkinci kültüre karşı kendi “anti-medeniyetlerini” inşa ediyorlar. Bu anti-medeniyetin içine bazan başörtü, bazan en ahlakçı tutum ve davranışlar (mahallenin kızlarına namus cezaları), bazan her türlü ahlaksızlık (aynı kızlara tecavüz, hırsızlık) giriyor.

Yepyeni pratikler geliştiriyorlar. Sadece kendilerinin olan yürüme, konuşma, eğlenme tarzları bunlar. Grup oluşturuyorlar; grupla birlikte korkuyu yeniyorlar. En büyük utanç kaynağı olarak korkuyu yeniyorlar. Korkuya düşmemek için, daha güçlü olmak için daha fazla “erkek” oluyorlar.

Vandalizme dalarken, liberalizmden esinleniyorlar. Herkesin, her ideolojinin kendi yöntemi var: liberalizm zayıfı yıkıp geçerken, onlar da kırıp geçiyorlar; tabii kendi dillerinde, kendi yöntemleriyle.. Adeta “Mekanik Portakal”; “şiddet için şiddet” onların dilleri oluyor. Bu dünyada kural, güçlünün kuralı…

Siyaset adeta bir gösteri dünyasına dönerken, onlar da gösteri olarak bir tür siyaset yaparak varoluyorlar.

Ancak bütün bu şiddet görüntülerinin yanı sıra görünmeyen başka bir şey daha var. Gençler için belki de bütün bu olup bitenler, sıkıcı hayatlarında bir şenlikten ya da bir oyundan başka bir şey değil.. Onlar hem kendi yazdıkları bir oyunu sahneliyorlar, hem de bu oyunu seyrediyorlar, seyrettiriyorlar. Belki yarın öbür gün bu oyundan sıkılacaklar ve başka bir oyuna geçecekler.

4. Fransa ve banliyö arasında medya

Olay kuşkusuz daha eskilere dayanıyor ama özellikle 11 Eylül’den sonra Müslümanların, göçmenlerin siyahların, Arapların ötekileştirilmelerinde (stigmatizasyonunda) medyanın büyük rolü oldu. Bir kâr kuruluşu olarak medya, hep sıcak olay satmayı sevdi. Her depremde, her hastalık olayında, gösteri içeren her büyük olayda daha çok para kazandı. Bize evlerimizde yeni korku hikayeleri, heyecan hikayeleri, masallar anlattı; kurguladı; canavarlar, yeni tanrılar, tanrıçalar, tanrıların Olimpos’taki hikayelerine benzer mitler, efsaneler üretti. Modern zamanların anlatıcıları olarak Tanrıların aralarındaki kavgaları, kıskançlıkları anlattı.

Bu medya için “İslami terörist”, “Arap genç” sıcak koltuklarında oturan ortalama tüketiciye bir “öteki” hikaye olarak görüldü ve sunuldu. Çok fazla anlaşılması gerekmeyen, ama korku yaratan, geceleri rüyalarımıza giren “mitolojiden çıkmış yarı insan-yarı hayvan varlıklar” işlevi gördü bu banliyö yaratıkları.

Banliyöde, duvarın öte tarafında yaşayan bu insanlar ortalama Fransız’ın bilincinde “dışlandılar” ve “güvensizliğin” somut nedeni olarak tezahür ettiler. Öteki dünyamıza, tekin olmayan hurafeler dünyasına dahil edildiler.

Ancak, bir takım insanları duvarın ötesine atmak, araya sınır koymak kendinizi de bir yere kapatmak demek. Yani o sizin dairenize giremezse, siz de onun dairesine giremezsiniz. Bu nedenle, bir banliyö mahallesine giren polis ve karşılaştığı gençler arasında roller dönüşür. Polisin alamet-i farikası olan “kimlikleriniz lütfen!” lafı gençlerin kontrol parolası haline gelmiştir artık.

Herkes kendi evindedir. Bu nedenle yakılan arabalar özellikle gettonun içindedir. Gettoya hem sahiptir; hem de onun tutuklusudur.

Hikayenin dersi

Bütün seçkin zihniyet sahiplerinin iddia ettiğinin tersine, bugün “evrensellik”, Fransa’nın tekelinde değil; ve hele bu iddia “ötekileri” aşağılamak için bir gerekçe hiç değil.

Bugün, Fransız hükümetinin uyguladığı çıkmaza saplanacak politikalardan başka alternatifler daha var. Kibiri bir kenara bırakıp “büyümek”… Şimdiye kadar uygulanan politikalardan ötürü “özür dilemek”… Ya da, seçkinlerin, duvarın öteki tarafına itilmiş insanların seslerine kulak kabartmalarından ve onlarla mütevazı bir ilişki kurmalarından ve sosyal bilimler alanında gene o ülkede yapılan tonla çalışmaya açılmalarından başka çareleri de yok.

Sonuç olarak, 68’dekine benzer bir şeyler var havada, eskimiş bir dünyayı yakan… 68’dekine benzer bir biçimde, bir sürü dil, kelime, performans uçuşuyor havada. Bütün bu diller, işaretlerin nasıl bir anlama geldiğini zaman içinde daha iyi görebileceğiz. Ama en azından, şimdiye kadar giderek kabızlaşan bir zihniyetin, statükonun daha fazla süremeyeceğini ve bütün bu şiddet ortamının üzerinden çok daha diyalojik başka bir dilin gelişeceğini göreceğiz. Aynı 68’den çok sonraları yeni olanı gördüğümüz gibi…

(YAZININ BİRİNCİ BÖLÜMÜ)

Paris yanmıyor. Yanan başka bir şey. Tutucu, muhafazakar bir dünya yanıyor; evrenselcilik iddiası taşıyıp alabildiğine yerlileşmiş bir zihniyet yanıyor; iddialı bir özgüven görünümüne rağmen, kendine ve çatısı altında yaşayan insanlara güvenemeyen bir sistem yanıyor; kendini sorgulayarak mütevazılaşan ve demokratikleşen bir sosyal bilim anlayışıyla arasındaki mesafe giderek artan bir cumhuriyet anlayışı yanıyor…

Fransa’nın banliyölerinde daha başka şeyler de yanıyor ve bu karışık, karmakarışık yangını anlamak için birkaç katmanı açmak, içiçe geçen anlam dairelerinin içine dalmak gerekiyor.

1. Fransız kal(ın)amayacak karışık bir mesele

Öncelikle, Fransa toplumu ve ülkesi hepimizin bir köşesine iliştiği ortak dünyada yaşıyor. Bu dünyada olup bitenler Fransa’yı etkilediği gibi, Fransa’da olanlar da hepimizi etkiliyor. Hiçbir ülke ve toplum birbirinden bağımsız değil. Hep beraber üretiyoruz bu dünyayı, ancak ürünümüze ve ürünümüzün anlamına hakim değiliz. Hep beraber tarih yazıyoruz, ancak yazdığımız tarihin kurallarına hakim değiliz. Hem işin bir parçası olup hem de elimizden kayan; hem olağanüstü bir hayal dünyasının önümüzde açılmasına neden olan hem de bütün imge, anlam, referans bolluğuyla bizi karşı karşıya bırakan bir küreselleşme içindeyiz.

Sabit bildiğimiz, doğru kabul ettiğimiz bir çok değer, kavram, aidiyet biçimi yıpranıyor: kendimizi boşlukta hissederken, derin bir “güvensizlik” duygusu besliyoruz.

Sermayenin akışkanlığı, kapitalizmin kendini yenileme kapasitesi inanılmaz boyutlarda. Liberal ekonomi politikaları kapitalizmin meşruiyet temelini oluşturuyor. Bu vasıtayla “sosyal refah devletini” artık bir kenara atıyoruz. Sosyo-ekonomik ve sınıfsal eşitlik, sosyal adalet dertleri gündemimizden çıkıyor. Adaletsizliğe maruz kalan kesimlerin de artık sesi yok; bir zamanlar çalışanların sesi olan ve dili olan örgütler ve partiler de yok. Bu kesimler dertlerini artık başka yollarla ifade etmeye çalışıyorlar.

Güvensizliğin, adaletsizliğin en yerelden en küresel düzeye uzandığı bir zaman diliminde yeniden “büyük anlatılar” kurma çabaları; küreyi, “dinler”, “medeniyetler” şeklinde anlamlandırma çabaları eksik değil. Güvensizlik ve adaletsizlik bu yeni anlatılardaki “Kuzey-Güney”, “Doğu-Batı”, “ABD ve geri kalanlar”, “Avrupa ve ötesi”, “İslam ve Hıristiyanlık” kutuplaşmalarında kendine yer bulmaya çalışıyor.

2. Fransa:

Fransa bu dünya coğrafyasının içinde. İçinde ama kendine özgü bir tarih ve tecrübeyle karşımıza çıkıyor.

“İslâmi cemaatçilik”

Bugün sokaklar ateşle kaplanırken, zaman makinasına binip geriye, örneğin 1983 yılına gidildiği zaman bir hikaye çıkıyor karşımıza: “Beur (Arap kelimesinden üretilmiş ve gençlerle örtüşmüş bir kelime) hareketi”… O zaman, Lyon’dan yola çıkan Arap kökenli gençlerin bu hareketi farklılıklarına saygı ve eşitlik talep ediyordu. Kendilerini saygı duydukları, ait olmaktan gurur duydukları Fransa’nın yurttaşı olarak kabul ediyorlardı ve “sistemin içinden” konuşuyorlardı. Ancak bu hareket kısa süre içinde sosyalistler tarafından manipüle edildi, ele geçirildi ve başarısızlıkla sonuçlandı. Yani, belki “Araplık” aidiyetine vurgusundan ötürü “kimlikçi” bir potansiyel taşımasına rağmen, o gençlerin o gün dile getirdikleri talepler bugün hala geçerli. Ancak o zaman tatmin edilmeyen o talepler sonucunda bugün yangın yerine dönen bir Fransa gündemde… Fakat eskisinden farklı olarak, o günkü gibi barışçı yöntemlerle sokağa inecek güçlü bir hareket bugün görünürlerde yok.. Çünkü o günkü tatmin edilmemiş barışçı hareketin doğduğu mahallelerde gençler bambaşka kutuplara savruldular.

Arada Mathieu Kassowitz’in meşhur “La Haine” (nefret) filminde anlattığı manzaralardan geçtik ve şimdi de Amin Malouf’un, “Béatrice’ten sonraki yüzyıl” romanında dillendirdiği Kuzey-Güney arasındaki kabus senaryosuna doğru emin adımlarla ilerliyoruz.

O günden bugüne Le Pen’in liderliğindeki Le Front National’ın (Ulusal Cephe) dile getirdiği kültüralist söylem bütün siyaset sınıfını ele geçirdi: “İslami cemaatçilik entegrasyona karşıdır; entegre olmayan ve ulusal kimliği yıpratan Müslümanlar sorundur”.

Sosyal eşitsizliğin, aşağılamanın, ayrımcılığın hüküm sürdüğü banliyöler görünmez oldu. İslâmi kimliğe projektörleri tutarak, toplumsal memnuniyetsizliği görünmez kıldılar. Özellikle ucuz popülist siyaset yapan sağ siyaset erbabı başta olmak üzere, ancak sosyalistler de dahil olmak üzere Fransız seçkinleri “ulusal kimlik” ve “laiklik” için savaş verdiler ve bugün verdikleri “mücadelenin” meyvelerini topluyorlar. Bu meyve Müslümanlardan değil, (başka referansların yanısıra) Müslümanlığı da arada sırada kullanan, onu araçsallaştıran umutsuz gençlerden geliyor…

Dominique de Villepin, Recep Tayip Erdoğan’ın sorunun nedenleri arasında dile getirdiği “türban” için, “O mesele halloldu” demiş.. Haklıdır; o mesele “halloldu”, ancak o mesele “hallolduğu” için, bugün çok daha kocaman ve karmaşık bir mesele ateşten bir top olarak Fransa’nın ortasına düştü.

Yeni sağ

Fransa bugün Avrupa Birliği perspektifi ve ulus-devlet arasında en çok bocalayan, ikilemde kalan, hatta ulusal kimlik konusunda derin kriz yaşayan ülkelerden biri. “Ulusal kimlik” meselesi kuşkusuz sadece Fransa’ya özgü değil. Dünyanın bir çok beceriksiz ülkesinde her sosyal sorun, “ulusal kimlik” meselesine çekilerek görünmez kılınıyor. Ve Fransa’nın bugünkü hükümetinin temsil ettiği yeni “ulusal” zihniyet adeta, “birlik” adına toplumun bir kesiminin nasıl dışlanacağını gösteriyor.

Bu hükümet eş zamanlı olarak üç düzeyde kuruyor yeni ulusal söylemini:

-Tavizsiz bir liberalizm savunucusu olarak. Refah toplumunun, zenginliği yeniden dağıtarak bir ölçüde sağlamış olduğu sosyal adalet fikrini reddederek. Zayıfı, kendi kaderine terk ederek; güçlünün hareket kabiliyetini daha da serbest bırakarak.

-1789’dan miras kalan “evrenselcilik”, “eşit yurttaşlık”, “insan hakları” ile beslenen Cumhuriyetçi söylemi farklılığa, kimliğe, kültüre karşı bir silah gibi kullanarak.

-Hedefe koyduğu farklılıklar (doğulu, Müslüman vb) karşısında derin bir Fransız kültürel özcülüğü eşliğinde muhafazakarlaşarak, sağcılığa savrularak, savunmaya çekilerek, hatta “Hıristiyanlaşarak”.

Ve her biri, birbirini dışlayan bu düzeylerde, her biri aracılığıyla göçmen kökenli insanları köşeye sıkıştırarak ve dışlayarak…

Sarkozy’de sembolleşen bugünkü Fransa’nın yönetici seçkinleri bu düzeylerin üzerinde, yeni dönemin gerektirdiği ve kutuplaşmaya karşı paylaşımcı, diyalojik zihniyet açılımı yerine “kazanmak-kaybetmek” ikilemini üretmiş olan Westphalia modeline dayalı ulus-devlet ruhunu idame ettiriyorlar. Bu yönetici seçkinler ve toplumda buldukları taban, söz konusu düzeylerin (ya da bileşenlerin), toplamında büyük bir küstahlık, kibir ve çok bilmişlikle besleniyor.

Bu seçkinci zihniyetin kökeninde, geçtiğimiz yüzyılda, “ilerlemenin teorisi” yapılıyordu. Bugünkü seçkincilik, her şeye yukarıdan bakan bu “teorinin felaketini” görmeyip, “felaketin teorisini” yapmaya başladılar.

“İç düşmanı”, “günah keçisini” inşa ettiler. Bu inatçı keçiye karşı, seçkincilerin esin kaynağı Philippe de Villiers ve Jean-Marie Le Pen gibi en arıza, ırkçı siyasetçiler orduyu göreve çağırıyorlar. Bugünkü hükümet, üstelik Cezayir’in bağımsızlığına giden yolda dökülmüş kanları hatırlatacak şekilde, 1955’te Cezayirlilere karşı uygulanan bir kanuna dayanarak sokağa çıkma yasağı getiriyorlar. Bunu Cezayir kökenli insanlara karşı adeta yaranın içinde bıçağı kanırtarak yapıyor.

Hükümetin son aldığı, reşit olmayanlar için sokağa çıkma gibi yasağı önlemler, şimdiye kadar “savaş söylemini” devreye sokan Sarkozy’nin kişiliğinde sembolize olarak uygulanan “güvenlikçi” politikaların üretmiş olduğu sonuçlardan hiçbir ders çıkarılmadığını gösteriyor. Hele doğru dürüst olay bile olmamış bir takım kasabaların bile belediye başkanlarının üzerine atladıkları bu güvenlikçi söylemlerle birlikte, sokağa çıkma yasağı koymaları, henüz yaralanmamış kesimleri bile sokağa çekmeye davet ediyor adeta…

Bu seçkinler için “Cumhuriyet” sadece bir söylem. İnsan hakları, eşitlik giderek sadece beyaz olabilenler için eşitlik haline geliyor. Gene aynı toplumun büyük bir sosyologu Pierre Bourdieu’nün yıllarca önce anlattığı “eşitsizliğin yeniden üretimi” söz konusu bugün. Altta kalanların yaşadıkları çevre, gittikleri okul, ailelerin işi, kısaca her şey onların merkezdeki parlak, ışıklı dünyanın dışında kalmalarının sürmesine neden oluyor. Her geçen gün okullarındaki olanaklar kısılıyor; bütçeler kesintiye uğruyor. Her yerde “özel” olan özendirilirken, sosyal refah devleti tırpanlanırken onların hayat damarları, yükselme olanakları da gökyüzünde görünmez olan balonlar gibi yok oluyorlar. Altta kalanlar biliyorlar: az ötelerinde bambaşka bir dünya var ve o dünyaya dokunamıyorlar. İki hızda giden modernleşmenin onlar fakir cephesinde yer alıyorlar. Ortaya çıkan manzara adeta bir “apartheid”…

Ortalıkta dolaşan cumhuriyetçi söylem o kadar sahte, ilginç ve trajikomik bir hal alıyor ki, araştırmacı Riva Kastoryano’nun dediği gibi, en “cumhuriyetçi” söylemleri kullana kullana aşındırmaktan bıkmayan bu sağ siyasal cephe, olayları sakinleştirmek için, Müslüman kamuoyu önderlerinden, cemaat liderlerinden yardım talep ediyor.

Yorumlar kapatıldı.