İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Bürokrasinin intiharı

Etyen Mahçupyan

Demokrat bir bakışa sahip muhaliflerin geçmişte hayal dahi edemeyecekleri olaylar bugünlerde Türkiye’de neredeyse kendiliğinden gelişiyor.

Devlet şemsiyesinin ve resmi ideolojinin koruması altında ‘gelişerek’ taşıyamayacağı bir yük altına giren bazı bürokratik odakların, basiret kontrolünde epeyce zorluk çektiklerine tanık oluyoruz. Örneğin geçmişten gelen bir alışkanlıkla her konuda konuşmaya ve aynı şeyleri söylemeye yatkın duran bazı silahlı kuvvetler mensuplarının, toplumun değiştiğini ve kendilerini artık eskisi gibi algılamadığını hâlâ kavrayamadıkları görülüyor. Buna karşılık ordunun iç denetim ve dizginleme mekanizmasının gene de olumlu anlamda işlevsel olmasına ve kurumu fazla yıpratacak iyi düşünülmemiş çıkışları mümkün olduğunca engellemeye çalışmasına da tanık olmaktayız. Ne de olsa silahlı kuvvetlerin hiyerarşik yapısı ve geçmişten gelen ‘fıtri’ sorumluluk anlayışı bir tür rasyonaliteyi kendi mensuplarına zorlarken; duygusal tepkilerin değil siyasi değerlendirmelerin temel alınmasını teşvik etmekte…

Ancak kadim bürokratik iktidar sacayağının diğer unsurlarında öylesine bir çözülme yaşanmakta ki, devletçiliğin muhalifi olan insanların bile ortaya çıkan boşluktan endişe duymamaları mümkün değil. Pamuk davası ile dizginlenemeyen yüzünü ortaya koyan, ardından ‘Osmanlı Ermenileri’ konferansını engellemeye çalışan, derken Hrant Dink’i mahkum eden ve bununla da yetinmeyip Dink davasındaki üniversite mensubu bilirkişiler hakkında soruşturma açan bir yargının ‘toplumsal hakem’ olma niteliği toplum tarafından bundan böyle ne derece ciddiye alınacaktır acaba? Aynı yargı mekanizmasının Güneydoğu’da yaşanan sayısız olay karşısında ortaya koyduğu tavırdan ötürü, bölge halkı nezdinde hukukun temsilcisi olarak görülme şansını yitirdiğini ve ‘derin devletin yürütme organlarından biri’ olarak değerlendirildiğini de unutmamak gerek. Asıl vahim olanı yargı hiyerarşisi ve iç denetim sisteminin, prestij kaybıyla başlayıp kuruma yönelik saygıda total bir çöküşe doğru giden bu sürece hiçbir müdahalede bulunamamasıdır. Eğer bu gidiş durmazsa, Türkiye’de yargı taraflar üstü niteliğini tamamen yitirecek ve toplumun da itelemesi ile geri dönüşü çok zor olacak bir yozlaşma kanalına girecektir.

Bürokratik hiyerarşinin daha az köklü olduğu, bireylerin kişiliklerinin kuruma doğrudan damgasını vurabildiği bazı yapılar ise kendilerini toplum gözünde iyice anlamsız kılan bir süreç içindeler. Üniversitelere bilimsel özgürlük açısından köstek olan, idari yetkisini ideolojik kaygılarla kullanan YÖK son günlerde de bir rektörün desteklenmesi vesilesiyle gündeme geldi. Yaptıkları gövde gösterisinin toplumda nasıl algılandığı hakkında anlaşılan fikir sahibi olamayan kurul üyeleri, hakkında soruşturma açılan birinin sahiplenilmesini ‘Cumhuriyet’in sahiplenilmesi’ olarak gösterebildiler. Herhalde her şeyi ‘laiklik’ cinsinden algıladıkları için olacak, bu önermenin tersten de okunabileceğini, söz konusu rektörün sahiplenilmesinin Cumhuriyet’i yolsuzlukla özdeşleştirebileceğini idrak edemediler. Ama geçmiş yıllarda yığınla yolsuzluk karşısında kılını kıpırdatmamış olan bu kurumun şimdi böyle bir duyarlılık göstermesi de belki fazla bir beklenti olurdu…

Türkiye’deki resmi ideoloji devletçiliğini ayakta tutan kurumlar aynı anda ve sanki durdurulamaz bir biçimde ortak bir manevi yıpranma sürecine girmiş gibiler. Dahası kendi içlerinde bu gidişin vahametini fark etmek yerine, çoğu zaman tutumlarını hezeyana çeviren gemlenemez bir arzu ile karşılaşıyoruz… Söz konusu yıpranma aynı zamanda demokratikleşmeyi ima etse de, bir tür kurumsal intihara yönelen bu hali endişe ile izlememek de mümkün değil…

Yorumlar kapatıldı.