İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

1915 olaylarını Türklerin hatırlamaya Ermenilerin unutmaya ihtiyacı var

Elif Şafak, Arizona Üniversitesi’nde yardımcı doçent olarak ‘Ortadoğu çalışmaları’nda hocalık yapıyor. Aynı zamanda edebiyatçı kimliğiyle İngiliz edebiyatı bölümünde dersler veriyor. Akademisyen yanının, romancılığının kışkırttığı egoyu törpülediğine ve duygusallığı dengelediğine inanıyor. İmparatorluğun Son Yüzyılında Osmanlı Ermenileri Konferansı’na bu iki şapkasıyla katıldı. Ardından bütün katılımcılara yöneltilen “vatan haini” saldırılarından o da nasibini aldı. Bu kış hem Bahçeşehir Üniversitesi’nde ders vermeye başlayacak hem de üç yıldır aktif olarak çalıştığı Ermeni meselesinin, bir dip dalgası olarak son romanına nasıl yansıdığını okurlarıyla paylaşacak…

Ermeni konferansına katıldığın için dünyanın her köşesinden hem saldırı nitelikli öfkeli mektuplar hem de olumlu mesajlar aldın. Üç yıldır bu konuda aktif olarak çalışan, yazan, konuşmalar veren, Türk Ermeni Aydınlar diyaloğunun parçası olan bir insan olarak bunlardan nasıl etkilendin?

Bunca sene tabu olarak bastırılan bir konu gündeme gelince kimilerinin bundan rahatsız olması anlaşılabilir bir şey. Düşündürücü olan bana vurulan “vatan haini” damgasının kullanılma biçimi. Türkiye’de her eleştirel sese vatan haini gözüyle bakan tepkisel bir zihniyet var. Bunlar vatanı kendi tapulu malları gibi görüyorlar. Ben de bu vatanın bir parçasıyım ve onlarla taban tabana zıt düşünme hakkımı koruyorum. 1915’te ve öncesinde Ermeni azınlığın yaşadığı tehcirin, katliamların ve haksızlıkların konuşulmasının sadece akli değil vicdani bir yükümlülük olduğuna inanıyorum. Yazarlık, hikaye anlatıcılığı ‘başkalarının acısını hissedebilmeyi’ gerektirir. Bazen öfkeli, hakaret dolu mektuplar geliyor: “Demek ki sizde Ermeni kanı var, Ermenilere yalakalık ederek yükselmeye mi çalışıyorsunuz?” İlla ki bir maddi çıkar olacak ya da gizlice “Ermeni kanı” olacak damarlarımda. Bir kere kimsenin kanı öyle saf değil, kendilerini Türk milliyetçisi ilan edenlerin de değil. Hepimizin genleri, kanları karışmış. İyi ki de karışmış. Kimi geçmişler vardır ki; üzerine perde çekip yola devam edemezsin, perdeyi açıp, tanıklık etmek durumundasın ki; bir sonraki aşamaya geçebilesin. Zira geçmiş geride kalan bir şey değil. Bektaşi’nin dediği gibi ‘dem bu dem ve geçmiş bu anın içinde.’ Ama geçmişe saplanalım anlamına gelmiyor bu. 1915’te birileri öldü, yasını beraber tutamadık. Ermenilere söyleyebileceğimiz en insani şey: “Yasını tutuyor, acını paylaşıyorum.” olmalı.

Konferansta Osmanlı dönemi Ermeni kadın yazarı Zabel Yaseyan üzerine konuştun. Bu yazarla nasıl tanıştın?

1915 genellikle sayılar, kavramlar üzerinden ve makro çerçeveler içinde tartışıldı. “Soykırım vardı” diyenler de “yoktu” diyenler de aynı paradigma içinde hareket etti. Oysa mikro bazlı çalışmaların hem Türkiye toplumunu hem Ermenileri dönüştürme hususunda muazzam bir potansiyeli var. Zira bu tür çalışmaların temel malzemesi bireyin hikayesidir. O hikayeler aracılığıyla empati kurulabilir. Milliyetçi ideolojilerin en çok korktuğu şey farklı milletler arasındaki empati köprüleridir. Bir yazar ve akademisyen olarak bu köprüleri önemsiyorum. Zabel Yaseyan ile bundan 2 sene evvel tanıştım. Gerek 1909 Adana katliamlarını gerekse 1915 tehcirini bir bireyin, böylesine zeki, yaratıcı bir kadın yazarın gözünden takip ettim. Okudukça Zabel’i sevdim ve yüreğimde hissettim. Onun yazılarının ve yaşamının bugün Türkiye toplumunda böylesine az biliniyor olması üzücü. Ama şu anda çeşitli girişimler var, ‘Yıkıntılar Arasında’ kitabını çevirtiyor Belge Yayınları.

Kim bu Zabel Hanım?

Zabel Hanım, Osmanlı son dönem Ermeni edebiyatının en önemli kadın romancısı. Aynı zamanda bir münevver. Yaşadığı dönemin birebir tanığı, aktarıcısı. Yüzyılın başında burjuva bir Ermeni ailenin kızı olarak İstanbul’da dünyaya gelmiş. Sorbonne’da edebiyat ve felsefe eğitimi almış. En büyük aşkı kitaplar olan Zabel Hanım, erkek egemen Osmanlı Ermeni cemaatinin içinde sivrilmeyi ve saygı görmeyi başarmış bir kadın yazar. İlk başlarda bohem bir hayat sürmüş, sonra 1909 Adana katliamlarına tanıklık edince hayatı ve kalemi tamamen değişmiş. Politikleşmiş. 1915 senesinde tehcir başlamadan hemen önce hükümetin oluşturduğu ‘sakıncalı Ermeni aydınlar’ listesindeki tek kadın yazar. Zabel’i önemli kılan tüm bu acılara tanıklık etmesine rağmen Türk milliyetçiliğinin tehlikelerini sezmiş olması kadar Ermeni milliyetçiliğinin de tehlikelerini sezmiş olması. İstanbul doğumlu bu son derece açık fikirli kadın, cevval kalem Stalin Sibirya’sında sürgünde öldü. Bence tüm hayatı sürekli sürgündür.

Ermeni meselesi senin edebiyatını nasıl etkileyecek?

Her romanımda aklımı değil sadece yüreğimi de açtım yazdığım hikayeye. Yani ruh halim yazımı etkiledi ve karşılığında yazım ruh halimi etkiledi, yazı beni şekillendirdi. Ermeni meselesiyle ilgili hislerim, fikirlerim, bilgilerim usul usul sızmaya başladı edebiyatıma. Öyle ki yakında çıkacak olan romanımın alt akıntısını teşkil etti. Türk edebiyatının 1915 konusundaki sessizliği çok dikkat çekici. Kış başında çıkacak olan romanım o sessizliklerin üstünden atlayarak Ermeni ve Türk kadınların ortak, ama silinmiş geçmişlerine yolculuk edecek.

Bu konuya ilk ilgin nasıl başladı?

Doğrusu bir diplomat kızı olarak çocukluğumda başladı. Ataşe olan annem ile 1980’ler başlarında İspanya’da Madrid’de idik. O dönem Ermeni terör örgütü ASALA Türk diplomatlarını hedef almıştı. Peş peşe Avrupa’nın çeşitli yerlerinde saldırılar, cinayetler, bombalamalar devam etmekteydi. Dolayısıyla benim zihnimde “Ermeni” kelimesinin ilk karşılığı “annemi öldürmek isteyen teröristler” idi.

Yani seni Ermenilerin acısını paylaşmaya ASALA terörü mü itti?

Bir bakıma başlangıç noktası bu oldu. Çünkü bu nefretin kaynağını anlamak istedim. Başkalarının hikayesini merak etmek her türlü entelektüel, ruhani ve vicdani dönüşümün mayasıdır. O merak olmazsa biz de dönüşemez, olgunlaşamaz, korkular ve önyargılarımızla baş başa kalırız. Ben merak ettikçe araştırdım, araştırdıkça daha çok merak ettim. Ve Ermenilerin yaşadığı acıya kayıtsız kalamadım. Son tahlilde bence Ermenilerin 1915’i unutmaya Türklerin de hatırlamaya ihtiyacı var.

Bizim hatırlamamız onların unutmasına yardım eder mi?

Bizim bu hadiseyi tanımamız ve bu yası paylaşmamız her şeyden evvel vicdani bir yükümlülüktür. Biz hatırlarsak, Ermeni diasporasındaki milliyetçiliğin, tepkiselliğin kırıldığını göreceğiz. Biz senelerdir “hiçbir şey olmadı, en fazla mukatele, yani karşılıklı katliam oldu; çünkü savaş zamanıydı” dedik, kestirip attık. Biz bunu ısrarla söyledikçe Ermenilerin tepkiselliği arttı, katmerlendi. İsmi “İntikam” olan çocuklar var. Şunu anlamamız lazım: Ermeni milliyetçiliğine cevap Türk milliyetçiliği olamaz. Ermeni milliyetçiliğine verilebilecek en önemli cevap anti-milliyetçi, kozmopolit, demokratik yaklaşımdır.

Olayın hukuki, politik ve ekonomik boyutlarına ne diyorsun?

Ermeni diasporası içinde bu meseleyi tek varoluşsal zemini yapanlar var. Sadece ve sadece “soykırım” kelimesinin kabul edilmesini isteyen ve başka hiçbir boyutla ilgilenmeyen, toprak ve tazminat talebine kadar bu işi götürmek isteyen marjinal Ermeniler var. Biz insani, vicdani boyutu öne çıkarmalıyız ki, bu sesler daha da marjinalleşsin ve iki toplum arasında intikam değil, diyalog kurulabilsin. Bir de bu korkular Türkiye’de bilerek kışkırtılıyor. Çoğu insan meselenin hukuki ayrıntılarını bilmeden adeta bir refleks içinde “toprak isteyecekler” korkusuyla savunmaya geçiyor. Böyle bir şey zaten imkansız. Ayrıca BM’nin 1948 tarihli soykırım hukuku geriye yönelik işletilemez. Biz bu korkudan arınmak zorundayız.

Sen soykırım kelimesini kullanmıyorsun…

Kullanmıyorum; çünkü benim amacım daha fazla nefret tohumu atılması değil, bir uzlaşmanın ve diyaloğun kurulabilmesi. Soykırım kelimesi bu yönde hiçbir yarar taşımıyor. Soykırım kelimesini kullanmayışımız kimi Ermenilerde düş kırıklığı yaratabilir. Ama “kavramı” diyaloğun önüne koyan hiçbir yaklaşımın faydasını görmedik uluslararası ilişkiler tarihinde, tam tersine daha fazla tepki ve nefret yarattı bu tür takıntılar. Sonuçta uluslararası siyaset ve hatta yaşamın kendisi bir sentezler bütünüdür. Ermeniler ve Türkler bir senteze ulaşmak durumunda. Uluslararası mahkemelerde Türk insanını cezalandırmadan, rencide etmeden geçmişin şeceresini çıkaran bir sistem bulunabilir. Yaşanan trajedinin boyutlarını kabul edip özür dileyebiliriz. Ermenistan’la daha iyi ticari, ekonomik, siyasi ilişkiler kurabiliriz. Böyle bir sistem bulunabilir. Bu mümkün.

Devletin özür dilemesini beklemek mantıklı geliyor mu sana?

Türkiye maalesef “muktedir devlet” geleneğinden geliyor. Devlet bu yüzden özür dileyemedi, dileyemez. Ama önemli olan tek tek bizler, bireyler olarak neden özür dilemeyelim. Yaşanan trajedi için özür dilersek bu bizden ne eksiltecek? Bilirsin, bir gün haksızlığa uğramış ama devletten hakkını alamayan bir adam Mevlânâ’ya gelir. Mevlânâ da onun için bir mektup yazar. “Divan Süleyman’ın hükmündedir, Süleyman divanın hükmünde değil” der. Süleyman adaleti temsil ediyor. Bu “adalet” kavramı ve toplumu adalet merkezli bir çember gibi görmek, Osmanlı millet sisteminin belkemiğiydi. Bunu ne çabuk unuttuk? Elimizi vicdanımıza koymalıyız. Süleyman’ın adaleti devlet adamlarının hükmünde değildir.

Ermeni meselesi üniversite yaşamında nasıl karşına çıkıyor?

Öğrencilerle, meslektaşlarımla, okurlarımla ilişkilerimde tekrar ve tekrar karşıma çıkıyor. “Ortadoğu’da toplumsal hafızanın ve unutkanlığın siyaseti” diye bir ders verdim bu dönem. Toplumsal hafıza ile ulus-devlet ilişkisine eğilen bir siyaset bilimi dersiydi. Öğrencilerin ilgisi çok yoğundu, her biri bir tarihsel örnek üzerinde yoğunlaştı. Hiç unutmuyorum bir tanesi çekine çekine “Peki ben Ermeni meselesi üzerine sunuş yapsam olur mu?” diye sordu. ‘Elbette’ dedim. Sunusunu, araştırmasını yaptı, hep beraber konuştuk tartıştık. Sınıfta Ermeni, Arap, Türk, Amerikalı, Fransız çok farklı kökenlerden gelen öğrenciler vardı. Bütün bunları beraber konuşabilmenin acemi heyecanı vardı üzerlerinde. İnsanlar hiddetlenmeden, milliyetçi refleksler vermeden konuşabilmeye hasret. Her ay ABD’nin değişik yerlerindeki üniversitelerden konuşma vermek üzere çağırılıyorum, çok seyahat ediyorum. Bu bana bu ülkedeki Türkleri ve Ermenileri yakından görme fırsatı verdi. Verdiğim konuşmalara her iki kesim de geliyor, yakından takip ediyorlar hem romanlarımı hem de yazılarımı, denemelerimi. Uzun uzun tartışmalar oluyor. Türk öğrencilerle Ermeni öğrenciler pek kaynaşmıyorlar, ama aynı salonda olmaları bile o kadar yeni bir gelişme ki. Yani bir kesim Türk bu meseleye son derece açık fikirli yaklaşmaya hazır. Ama bir kesim Türk de son derece tepkisel ve milliyetçi. Bunlar nefret dolu web siteleri hazırlıyorlar hakkımda, mektuplar hakaretler gönderiyorlar, çünkü onlara göre ben vatanı satıyorum. Türkiye demek “devlet” demek onlar için, devlet ideolojisini eleştirirsen memleketini sevmiyorsun zannediyorlar.

13.11.2005

NURİYE AKMAN

Yorumlar kapatıldı.