İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Her insan, tanrısını kendi yaratır

Süha Baykal

Namazgah’taki evimiz, Hatuniye Camii’ne çok yakındı. Caminin önündeki geniş meydanı çevreleyen kahvelerde, yaşlılar oturur; boş gözlerle etrafı seyrederlerdi. Bunlar; elli yıl öncesinin silik fotoğrafları gibi hafızamda kalmış kareler.

Meydan her zaman boş olmazdı. Ramazan ve Kurban Bayramları’nda, burası bayramyeri olurdu. Kahvelerde karagöz, kukla oynatılır… Tahta salıncaklar, ileri geri sallandıkça; akordu bozuk bir keman gibi gıcırdardı! Macuncu, keten helvacı gibi, şimdilerde nostalji gösterisi olarak sunulan satıcılar, Bayramyeri’ni doldururdu.

Her mahallenin değilse bile, büyük ve kalabalık mahallelerin neredeyse tamamının, kendi çaplarında bayramyeri vardı. Mesela bunlardan en meşhur ve en büyüğü, Eşrefpaşa’da kurulurdu. Ben hiç gitmedim. Gitmedim zira, bayram iznim sadece evin yakınında olana idi.

BAYRAM GÜNÜ GELİNCE

Sabah ayazında hasta olmayayım diye, anam beni akşamdan yıkar, ne gerekse abdest aldırır(!), sarıp sarmalar öyle yatırırdı!

Sabahleyin babam elimden tutar, birlikte Bayram Namazı’na giderdik. Duaların hepsini ezberimde tutamadığımdan, “Elhamdülillah” diye başlayıp, sureyi tekrarlaya tekrarlaya sabah namazının sonunu getirirdim. Sonra… Cemaatle kılınan bayram namazı ise; “iki salla bir bağla” cinsinden olduğu için çabucak biterdi. Ben, namaz kılmanın en çok dua faslını severdim. Hala da dua etmeyi çok severim. Çünkü dua, insanın kendi kendisine rota çizmesidir. Allah’tan istediğin her şeyi tekrarlarken, içinden geçirdiğin veya dudaklarından dökülen söz, aslında kendine yaptığın uyarılar ve kendinle yaptığın ahittir!

Düşünün bir kere; “Allahım sen sağlık, sıhhat ver” diyoruz. Öyle değil mi? Allah sana niye ekstra sağlık sıhhat versin ki? Sen önce sana verileni koru bakalım. Yediğine, içtiğine, giydiğine, uyumana dikkat etmezsen, Allah sana nasıl sıhhat versin? “Kendin pişir, kendin ye” misali! Allahım sen bana para ver, beni zengin yap! Kardeşim, sen çalışmaz, tembel tembel oturursan, gökten altın yağmaz ki! Sen elinden geleni yap; isyan etme, nankörlük etme… Senden zengin olanlara bakıp haset etme… Senden fakirleri görüp, elindekinin kıymetini bil! Aksi takdirde, Romalı Filozof Seneca’nın dediği gibi, “Hep daha çoğunu isteyenler fukaradır aslında” diyor! İstediğin kadar malın mülkün paran olsun, hep daha çoğunun arayışı içindeysen, fukara kalırsın! Kendini fukara hissedersin… çünkü; “O da benim olsun, bu da benim olsun” derken; haset, odun ateşi gibi, için için seni yakar, yaşam boyu huzursuz olursun!

Aslında dua etmek için; ille de bayram namazlarını beklememek lazım. Önemsediklerimizi, isteklerimizi Tanrı’dan dilemek için; günlük namazlar sonrası yapılan dualar bile, bazen yetersiz kalabilir. Bazı şeyleri hiç ama hiç aklımızdan çıkartmamamız lazım. Hem sonra dua sadece kendi şahsımız için isteklerden ibaret değildir. Anası, babası, ülkesi hatta insanlık alemi için de insanın dilekleri olur. Bunun için de, armut piş ağzıma düş değil, bireylerinin çaba göstermesi gerekir. “Allahım sen anama, babama uzun ömür ihsan eyle” diye dua ettiğimiz zaman, burada bizim de evlat olarak üzerimize düşen görevlerimiz olduğunu unutmamak lazım.

Camilerde cemaatle birlikte yapılan dualarda, “Yarabbi sen ülkemin düşmanlarını iki cihanda kahreyle” diye imam seslendiğinde; “Amin” sesi caminin kubbesinde çınlar!

Peki… Şimdi soruyorum; ülkemizin topraklarımıza göz dikmiş düşmanlardan, ülkeyi bölmek, parçalamak isteyenlerden, milletimin malını çalıp çırpmak isteyenlerden korunması için, ellerimizi açıp semaya doğru “Amiiin” dememiz yeterli mi? Ellerimiz açmış “Amin” derken, hiç mi bize düşen görev yok! Olmaz olur mu? Asıl görev bizde! Kurtuluş Savaşı iman, inanç, cesaret ve azimle kazanıldı! Ebabil kuşları, gelip de Yunan’ın tepesine, gökten taş atmadı! Topsuz tüfeksiz bir milletin, azminin ve özgürlük savaşının, ulus bilincinin zaferidir o. Kurtuluş Savaşı Destanı tarihe böyle yazılmış, böyle geçmiştir.

Aradan geçen 82 yıl sonra, benim Genelkurmay Başkanım; “Son dönemde Silahlı Kuvvetler’e yönelik maksatlı yıpratma kampanyası yürütülmektedir. Adeta sabrımız ölçülmektedir!” diyorsa… Burada biraz değil, çok düşünmek lazım!

Paşa haklı… İçinde yaşadığımız bu zor coğrafyada (!), üniter bir devlet olarak kalamadığımız takdirde, başımıza gelecekler belli! “Biz Türkler”e, ne refah, ne özgürlük, ne demokrasi ve yeni nesiller için garanti edilmiş bir gelecek kalmaz. “Biz Türkler” dedim; zira “Türkiyeli” diyenlerin amaçlarının ne olduğunu biliyorum. “Türkiyeli” diye bir tanım olmaz. Türkiye vardır ve bu ülke, etnik kimliği, kökeni ne olursa olsun “Ne mutlu Türküm” diyen insanların ülkesidir. İkinci Cumhuriyet heveslileri de öyle! Bunların “Türklükleri” sadece nüfus cüzdanlarında yazılı.

Millet olmamızın, karşısındaki en büyük tehdit cemaatlerdir! Cemaatleşmenin birey üzerindeki en büyük tehlikesi, bireyin sosyal kişiliğinin oluşmasını belirli bir kalıba dökmesidir. Zira cemaate göre birey, belli kalıba dökülmesi ve döküldükten sonra da; kendi kendine hareket etmesi, düşünmesi, eylemde bulunması engellenecek kimsedir.

Böyle ayni kalıptan çıkmış bireylerin oluşturduğu cemaat toplumlar, sosyal bütünleşme yerine, sosyal ayrışma… Ulus olarak sosyal dayanışma yerine, cemaat içinde dayanışma… Millet olmak, ulus olmak yerine kabile olmadır!

Her bir bireyin kendisi olması engellendiğinden, kabile algısı güçlendikçe, idare edilmesi kolaylaşır. Lider karşısında bireyin artık özgür iradesi yoktur. İrade teslimiyeti gönüllü olarak yapıldığından, cemaatçi kabile içinde çatışma en aza inmiş olur.

İslam genel bir referans olduğu halde, İslam’ın kendisi ile, cemaatin kabileci İslam yorumu ayni değildir! Cemaatçi İslamlaşma, kendi İslam yorumunu kendi yaratarak, cemaat bireylerini psikolojik köle haline getirir ve idare eder!

Cemaatlerde lideri ve kadrosunu yönetmek, kontrol altında tutmak; kabilenin geriye kalan her üyesini de yönetmek anlamına geldiğinden, ulusal veya evrensel güçler bu avantajı kullanırlar. Tek kişinin iradesi grubun iradesi olunca, sistem parlamenter bile olsa, toplumdan beklenen roller doğru oynanamaz! Parmaklar kalkar, parmaklar iner!

Fethullah Gülen liderliğindeki cemaat, bu açıdan değerlendirildiği zaman, Yahudi anadan doğmayan hiçbir bireyin sonradan kabul edilmediği Yahudi Cemaati ile, Fethullah Gülen’in “Hoşgörü Toplantıları” daha iyi değerlendirilmelidir.

Fener Rum Patriği Bartholomeos; “ekümenik” yani “cihan patriği” olmak için can atıyor.. Milyonlarca Rum’un yaşadığı Atina yerine, iki bin Rum’un yaşadığı İstanbul’da, bütün Ortodoks alemine ruhban yetiştirecek Ruhban Okulu’nu açmak istiyorlar! Hıristiyanlığın arka bahçesi Moon Tarikatı’nın başlattığı dinlerarası diyaloga, Fethullah Gülen destek veriyor. Hatta İstanbul’da izin verilmeyen üç semavi dine; din adamı yetiştirecek bir ilahiyat üniversitesinin Güneydoğu’da bereketli Harran’da kurulmasını istiyor!

Önceleri; saf Ecevitlerin önderliğinde, kimse bu hoşgörüye soğuk bakmadı!

HER ŞEYE EYVALLAH!

Sonra… Patriğe hoşgörü… Hahambaşına hoşgörü… Azınlıklara hoşgörü.. Ermeni Patriği’ne hoşgörü… Bu hoşgörülere, hoşgörü ile bakan ikinci cumhuriyetçi, federasyoncu, ülkesini jurnalleyen yazarlara hoşgörü…

Biliyorum: bayram arifesinde kafanızı ütüledim, canınızı sıktım! Ama bir daha bu sayfada görüşemezsek diye; hafızanızda Süha Baykal’ın ulusalcılığı kalsın istedim. Ülkemiz üzerinde oynanan oyunlar, coğrafyamız için çizilen yeni planlar, “Genişletilmiş Ortadoğu Projesi” senaryolarını görmeye çalışın.

“Atın önüne et, itin önüne ot” koyduklarını daha iyi anlarsınız. Görüşemezsek hepinize iyi bayramlar. Bu bayramda dua ederken, ülkemiz için de dua etmeyi unutmayın. Ben her saniye ediyorum.

Yorumlar kapatıldı.