İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Roman ve kişilik

Gündüz Aktan

Orhan Pamuk olayı gereğinden uzun sürdü. Bu arada kimlik sorunsalımızı bir kez daha su yüzüne çıkardı.

Fikir ve ifade özgürlüğü konusunda Türkiye’nin kesin bir karar vermesi gerekiyor. Özgürlüğün kısıtlanması halinde, sorunun özü gözden kaçıyor ve tartışma özgürlüklerin savunması gibi steril bir alana kayıyor. Fazladan bir fikri -tabii fikirse- fikirle cerh edecek güce sahip değilmişiz gibi bir izlenim doğuyor.

Orhan Pamuk kuşkusuz iyi bir yazar. Fazla istekli ve sabırsız olmasa, Nobel’i de kazanabilir. Nobel verilmese de iyi yazarlık niteliği değişmez. ‘İyi yazar mutlaka milliyetçi olur, Türkler gibi yakın tarihte büyük haksızlığa uğramış bir milleti savunur’ veya ‘Mazlum milletlerin sözcülüğünü yapar’ demek de doğru değil. Tabii daha iyi bir yazar olup olamayacağı ayrı bir konu.

Sorun biraz da bugünün toplumunda romanın yeriyle ilgili. Dünyada eski büyük romancıların düzeyinde yeni romancı çıkmamasını, çağdaş toplumda romanın işlevinin azaldığı şeklinde açıklamak mümkün.

Genelde bilimin, özelde psikanalizin yaygın irdeleme yöntemleri olarak kullanıldığı bir çağda, romanın dolaylı yoldan etkileme gücü, bu yöntemleri bilmeyen geniş kitleler için söz konusu oluyor. Buna karşılık, bu yöntemleri bilenler, romanı okuduklarında kahramanların karakteri ve romanın kurgusu ile romancının karakteri arasındaki ilişkilerin analizini yapmadan duramadıklarından, romanın çekiciliği azalıyor.

Buna rağmen romanın önemini koruduğunu sanıyorum. 1980’lerde, Avrupa’nın her alanda bütünleşmesini sağlamak ve yeni bir Avrupa kimliği yaratmak için büyük bir yazarın çıkması gerektiği tartışılmıştı. Bu görüşü savunanlar Anglosakson kültürünün (hatta uygarlığının) Shakespeare tarafından kurulduğunu iddia ediyorlardı.

‘Kültür veya uygarlık kurucu’ yazar kavramı kabul edilirse, Dante’nin İtalyan, Cervantes’in İspanyol, Dostoyevski ve Tolstoy’un Rus kültürünü şekillendirdikleri ileri sürülebilir. Hatta daha da geriye gidip Homer’e İyon, diğerlerine haksızlık yapma pahasına da olsa, Sofokles’e klasik Yunan kültürünün yaratıcısı muamelesi yapılabilir. (Ruslar hariç bu yazarlar milliyetçi sayılamazlar.)

Shakespeare’in ‘Hamlet’i ve Sofokles’in ‘Kral Oedip’i, insan ruhunun en karanlık yönünü ince bir edebi örtü altından insanlara göstererek, İngiliz ve Yunan toplumlarında büyük bir kültürel enerjinin açığa çıkmasına yol açmış olabilir. Batı uygarlığının klasik Yunan’ı geçememesinin temel nedeniyse, bu açıdan Sofokles’in, Shakespeare’den daha ustaca, çok daha ileri bir noktaya gidebilmesi olmalı.

Aydınlarımız, Rene Girard’ın 1972 yılında çıkan ‘Şiddet ve Kutsal’ adlı eserini henüz dilimize çevirebildiler. Aralarında, bu kitabın ardından gelen 10 civarında eseri okuyan da fazla olamaz. Girard’a göre Yunan trajedisinde, aynı şeye sahip olmak veya aynı hedefe varmak için mücadele edenler ‘ikizleşiyor’; bunlardan kazanan sırf kazandığı için kendisine atfedilen tüm olumlu değerlerle, mücadelenin yıktığı toplum düzenini yeniden kurmuş gibi algılanıyor. Orhan Pamuk bunu bilseydi, ‘Beyaz Kale’yi gerçekten bitmesine imkân verecek şekilde kurgulayabilirdi.

Tabii Orhan Pamuk, Girard’ı okumadan da trajedinin amacını ve mekanizmasını keşfedebilirdi. Bunun için şimdi içinde bulunduğu ruh halinden kurtulması gerekecekti. Pamuk’un psikolojik durumu Dostoyevski’nin ilk dönemine benziyor. Dostoyevski ‘Yeraltından Notlar’daki isimsiz kahramanı aracılığıyla kendisini analiz ettikten sonra, ikinci ve düzen ya da kültür kurucu döneme geçti. Oysa Orhan Pamuk hâlâ o ‘kahraman’ gibi, güçsüzlüğünü güçlüymüş tavrıyla telafi etmeye çalışıyor.

Sorunun Pamuk’un toplumu eleştirmesiyle ilgisi yok. Bir yazar, toplumun kurtuluşunu bireylerin ruhlarındaki gücü harekete geçirmek yerine, üstün saydığı bir uygarlığa kapağı atmakta görüyorsa, zaten kurucu yazar olamaz. İşlevi, AB’deki bazı çevrelerin Türk kimliğinin bizzat Türkler tarafından tahrip edilmesini sağlamaya dönük marazi bilinçaltı eğilimlerine hizmetten ibaret kalır.

O zaman da ne dese ne yazar.

Yorumlar kapatıldı.