İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Siyasi dil ve haysiyet

Etyen Mahçupyan

Avrupa Birliği süreci birçok ülkede olduğu gibi Türkiye’de de zihni bir katalizör işlevi görmekte. AB’nin etkisi Kopenhag Kriterleri’nde somutlaşan yaptırımlarla sınırlı değil.

Asıl demokratikleşme toplumun bugüne dek bastırdığı varoluşsal konularla yaşadığı yüzleşmelerde ortaya çıkacak. Çünkü bizim gibi toplumların sadece moderniteyi ‘doğru’ tatbik edememekten kaynaklanan sorunları yok; bizatihi toplum olamamaktan ve kimliksel özgüvenini oluşturamamaktan gelen ayak bağları var.

Söz konusu ayak bağlarının en ilginç tezahürü olgusal düzlemde bile birtakım doğru ve yanlış önermelerin yan yana kullanılarak ideolojik bir dil üretilmesi. ‘Osmanlı’nın Çöküş Döneminde Ermeniler’ konulu konferansa ‘ilkesel’ destek veren siyasetçilerin bile, iş içerik tartışmasına geldiğinde sergiledikleri söylem buna iyi bir örnek… Meclis Başkanı konuyla ilgili bir demecinde şöyle demekteydi: “Onlar ‘millet-i sadıka’ olarak bilinir ve sorunsuzca yaşarlardı” (hem doğru hem yanlış, çünkü millet-i sadıka diye adlandırılan Ermenilerin Osmanlı’nın son birkaç yüzyılında giderek artan büyük sorunları ve sürekli şikayetleri vardı); “1915’te yaşanan olaylar nedeniyle bir tehcir kanunu çıkarıldı” (yanlış, çünkü hem tehcir 1914 Eylül’ünde Süryanilerle başlamıştı, hem de Ermeni erkekleri epeyce önceden amele taburlarına alınıp silahsızlandırılmıştı… yani tehcir kanunu ‘yaşanan olaylar’ nedeniyle değil, ‘istenen durum’ nedeniyle çıkmıştı); “Biz, Almanların Yahudilere yaptığı gibi bir soykırım hiçbir zaman işlemedik” (doğru, bu iki ‘olay’ arasında birçok niteliksel fark bulunmakta); “Sadece bazı bölgelerde isyan eden Ermenilere karşı tehcir kanunu çıkardık” (yanlış, birkaç özel durum hariç Anadolu’nun tüm Ermenileri, büyük çoğunluğunun herhangi bir isyan faaliyeti olmamasına karşın tehcir edildi).

Bu kadar kısa bir metinde böylesine tutarsızlıkların yan yana gelmesi her şeyden önce gerçek olgusal bilginin henüz eski dile yedirilememiş olmasının ifadesi. Dolayısıyla resmi tarih görüşünden yansıyan basmakalıp hurafelerle gene bazı basmakalıp doğruları bir araya getiren ‘tehlikesiz’ bir siyasetçi dili oluşmuş durumda. Aynı hamasi söylemin normatif önermelere de sirayet etmesi ise hiç şaşırtıcı değil. Nitekim Meclis Başkanı, bir başka demecinde de şöyle konuşmuştu: “Yıllardır önümüze getirilen bu anlamsız ve gayri ciddi tezi anlamakta artık zorlanmıyoruz, zira bunun kasıtlı bir tutum olduğunu düşünüyoruz” (hem doğru hem yanlış, çünkü Ermeni meselesini Batı’da kasıtlı bir tutumun parçası olarak kullananların varlığı, söz konusu tezin anlamsız ve gayri ciddi olduğunu göstermiyor… aksine bu tezin akademik temelinin tezin siyasi kullanımını mümkün ve meşru kıldığını ortaya koyuyor… aksi halde gerçekten gayri ciddi bir tezi Batılıların bu kadar yaygınlıkla ve uzun süre suiistimal etmeleri mümkün olmazdı); “Bu yüce Meclis tarihinde işlemediği bir suçu sırf AB üyesi olmak için kabul edecek kadar onurunu ve haysiyetini kaybetmemiştir, kaybetmeyecektir” (hem doğru hem yanlış, çünkü Meclis’in tarihte olmayan bir olayı kabullenmesi ne denli onursuzluksa, tarihte olmuş olayları kabullenmeyi reddetmesi de o denli sorunludur, dolayısıyla Türkiye Cumhuriyeti’nin yaşanmış olan olaylara ‘soykırım’ denmemesi için çalışması ne denli anlaşılır olsa da, yaşanmış olanların yaşanmamış olduğunu öne sürmesi o denli abestir).

Siyasetçilerin toplumu temsil ettikleri için sahip olmaları gereken ideolojik sorumluluk düzeyine henüz ulaşmamış olmalarını yadırgamamak lazım. Ne de olsa Türkiye’de siyasetçilik devlet yörüngesinde üretilen resmi dile ve mantığa doğru deformasyon geçirmeyi gerektirir ve bundan öyle kolay da kurtulunamaz.

Yorumlar kapatıldı.