İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Hukuk anlaşılmaz mı? Yoksa çok mu anlaşılır?

Ferhat Kentel

Bildiğiniz gibi geçen hafta Hrant Dink’e verilen cezanın gerekçesi açıklandı. Dink’in avukatı Fethiye Çetin, bu kararın gerekçesinin hukuki açıdan çok tartışılacak bir karar olduğunu, “bu gerekçeli karara hukuki bir temyiz dilekçesi yazmakta zorlanacaklarını, mahkemenin gerekçesinin hukuki olmaktan uzak” olduğunu belirtmişti.

Gerçekten de bu karar oldukça ilginçti. Bildiğimiz “hukuki” metinlerdekilere pek benzemeyen ifadeler içeriyordu. Örneğin:

“Bu toprağın her karesi kanla sulanmıştır. Atatürk, bu vatanın bu kanla kurtulduğunu, gayet iyi bildiği için gençliğe her zor koşulda, muhtaç olduğu kudretin bu kanda olduğunu söylemiştir. Oysa sanık, bu kanın zehirli olduğunu ifade etmiştir. (…) Anadolu’da kişiler birbirleri yermek için ‘kansız, kanı bozuk’ gibi sözler sarf ederler. Yazıda geçen ‘zehirli kan’ bir anlamda pis kan demektir. Bu da aşağılayıcı niteliktedir. Aşağılayıcı mahiyette ifade özgürlüğü söz konusu olamayacağına göre bu yönüyle suç sabittir.”

Mahkeme heyetinin, olayda “ ‘suç kastı’ olduğuna ikna olduğu için” itibar etmediği bilirkişi raporunu burada uzun uzun tekrarlamaya gerek yok; Hrant Dink’in bütün yazısı okunduğunda eleştirdiği kesimin bağnazlık haline gelen bir Ermenilik anlayışı olduğunu bu rapor gayet açıklıkla gösteriyor. Öte yandan, karar gerekçesinde Atatürk’ün sözleri ve Anadolu’da sarf edilen sözlerle birlikte izlenen mantığın ayrıntılarında da kaybolmaya gerek yok. Çünkü burada kullanılan argümanlar temel olarak, kendi kendini doğrulayan sübjektif bir değerlendirmenin birbirlerini ispat eden parçaları olduğu için, kolaylıkla içine girmek mümkün olamaz. Ancak bu haliyle, mahkeme kararı, hukukun kendisi üzerinde düşünebilmek için önemli bir “vaka” olarak ortaya çıkıyor.

Öncelikle “hukuk” meselesini en azından iki düzeyde ele almak mümkün görünüyor. Birincisine göre hukuk, “olması gerekene”, normatif olana işaret eden, toplumda düzenleyici bir işleve sahip olan, kısaca “düzen”in yeniden üretimini sağlayan bir “alt-sistem”. Kendi içinde bir “özerkliğe” ve kendi diline sahip; hatta “kendinden-referanslı” bir alan.

Ancak ikinci düzey çok daha karmaşık. Çünkü hukuk, toplumda varolan güç ilişkilerinin bir sonucu; yani tarafsız bir yer değil.. Tarafsızlık söylemine sahip olsa da, toplumsal zamandan ve mekandan bağımsız değil. Yani aslında insanlardan bağımsız değil.. Bütün “soğuk” ve “mahkeme duvarı” gibi deyimlere kaynaklık eden görüntüsüne rağmen, aslında “sıcak” bir dünya…

Hukukun bu ikili yapısı onu hem sürekliliğin hem de yenilenmenin, değişimin ortasına oturtuyor. Yani hukuk bu haliyle hem bireylerin, grupların çıkarlarının, onların sahip oldukları değerlerin üzerinde bir yere oturuyor; hem de oradaki değişime duyargalarının açık olmasını gerektiriyor. Örneğin bu nedenle, ekonomik hayatta, bilimsel ve teknolojik alanda ortaya çıkan değişime cevap vermesi gerekiyor ve veriyor da… Avrupa Birliği ve küreselleşmeyle birlikte memlekete giren yeni pratikler, ya da genetik teknolojileri, yeni mülkiyet biçimleri (borsa, patent hakkı vb), iletişim, enformasyon teknolojileri karşısında uyum sağlıyor. Hatta bu özelliğiyle, bir çok sefer toplumsal değişimi önceliyor; toplum hukuk alanında tesis edilen yeni normlara göre yeni olanla irtibatlanıyor.

Tüm zamanlar için düşünüldüğünde, hukukun bu iki özelliğinden biri veya diğeri aksayabiliyor. İki cephenin birbirlerini besleme ve güçlendirme özelliği kaybolabiliyor.

Bir açıdan baktığımızda, bazan “özerklik” sağlayan kendinden-referanslı özelliği tamamen içine kapanabiliyor ve sadece kendine ait, toplumdan kopuk bir dile sahip olabiliyor. Böyle bir durumda, hukuk erişilemez, sadece uzmanların bilebileceği bir uzmanlık alanı haline geliyor. Hukukun tecelli ettiği mekanlar, örneğin mahkemeler, adalet dağıtıcı özelliğinden çok, “korku” yaratan, davalı veya davacı konumunda bulunan bireylerin alabildiğine küçüldüğü, zavallı bir hale dönüştüğü, anlaşılmaz kelimelerin, uzun cümlelerin sarf edildiği, insandan kopuk mekanlar haline dönüşüyor.

Öte yandan, hukuk, “herşeyin üstünde” olma özelliğine rağmen, bazan siyasal otoritenin, bazan güçlü ekonomik aktörlerin kontroluna girebiliyor ve özerkliğini kaybedebiliyor. Böyle bir sonucun doğmasında, hukuku uygulamaya koyanların yeteri kadar güçlü ve korunaklı olmaması en önemli rolü oynuyor.

Benzer şekilde, hukukun toplumun içinde ve onun değerleriyle ilişkisinde de paralel sonuçlar doğabiliyor. Toplumun herhangi bir kesiminin içine düştüğü galeyan durumlarından, hukuku uygulayan aktörler de etkilenebiliyor. Bunun en bariz örneği, bir zamanlar ABD’de özellikle siyahlara karşı uygulanan “linç” (Lynch) yasalarıydı. Yargıçlar çok fazla bir karar vermek zorunda kalmıyorlardı. Zaten “halk” “suçlulara” cezayı veriyor; yargıçlar da verilen cezayı “hukukileştiriyorlardı.”

Öyle anlaşılıyor ki, içinde bulunduğumuz zaman diliminde, yaşadığımız dinamikler “hukuk” konusunda oldukça kafa karıştırıcı sonuçlar yaratıyor. İnsanlar varolduğu haliyle hukuk alanına güvenlerini giderek yitiriyorlar. Örneğin, Weber’in meşhur tanımını (“meşru şiddet kullanma tekelinin sadece devletin elinde bulunması”), adeta her gün yeniden parçalarcasına bireysel silahlanma yaygınlaşıyor. Adliye binalarının önünde karar öncesi ve sonrası kavga eksik olmuyor. Her mahkeme süreci adeta bir gösteriye dönüşüyor.

İşin ilginç yönü yargıçlar bile hukuka çok fazla güvenemiyor. Onlar da toplum içinde, değişim karşısında korkuları olan insanlar ve ellerinde varolan sermaye (bilgi, değerler, gelenekler vb) hukukun sahip olduğu –ya da olması gereken- sermayenin yerine geçiyor.

Yorumlar kapatıldı.