İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Turistik! bir yazı

Bozcaada’nın en önemli cazibesi, adadan kovulmuş Rumlar. Daha doğrusu hortlatılmış bir Rum kimliği üstüne kurulu Bozcaada: Yemek, yaşam tarzı, huzur, nezihlik, yalıtılmışlık, otantiklik…

OZAN ZEYBEK

Bozcaada, eski adıyla Tenedos, bu senenin en gözde tatil mekanlarından biriydi. Ada hakkında sıkça yapılan gazete-dergi haberleri, televizyon programları bunun bir göstergesi zaten. Ada, sadece haftasonu için bile gidip gelinebilecek bir mesafede olduğundan özellikle İstanbullular için çok cazip bir turizm merkezi haline gelmiş durumda. Benim de kaldığım pansiyonun sahibi Ağustos başında arayanlara en erken Eylül başına rezervasyon yaptıklarını anlattı. Bu sene, Allah’a şükür, sezon iyi geçmiş ama çok yorulmuşlar. Fiyatlar da yükselmiş, gece başı bir kişi 35 milyon (bir önceki sene 25 imiş).

Otantik ada

Farklı hikâyeler anlatılabilir adaya dair. Arnavut kaldırımlı dar sokaklar, şık ve bol renkli Rum mahallesi, salkımlarla kaplı duvarlar, Rum usulü pencere pervazları, evlerin önüne atılmış sandalyeler, çiçek kaplı küçük bahçeler, şarap şişelerinin altı kırılarak yapılmış lambalar, denizin önüne atılmış minderler, fasılalı dalga sesi, saadet, yalıtılmışlık hissi… ‘Ay, ne şirin Bozcaada!’ Gelenlerin, bozulmamış olmasından memnuniyet duyduğu ve kendileri hariç her gelen turistle bozulacağından korktukları ada. ‘Otantik Bozcaada’. Adanın arkasına yapılan yazlık evleri, ‘Tenedos’ sitesini, böyle bir bozuluşun ilk işareti sayan, ‘burası eskiden daha güzeldi’ tekerlemesini yineleyenlerin gördükleri ada. ‘Bozulan Bozcaada’. Buna mukabil adadan eski bir Rum evi alıp huzuru bulmanın hayaliyle tutuşan ya da adada gelecekte olacak patlamayı sezip kârlı bir yatırım hesabı yapan kişilerin gördüğü Bozcaada. ‘Satılığa çıkmış Tenedos’.

Bütün bunların arasında sadece adını anabileceğim bir hikâye, daha doğrusu geçmişin enkazının anlık parıldamaları var. Bir reklam afişinde Ergün Pansiyon’un eski Rum ilkokulu olduğunun vurgulanmasıyla, lokantaların Rum mutfağından yemekler yapmalarıyla, reçel satan kadının reçelin Rum usulü olduğunu söylemesiyle, adanın otantikliğine gönderme yapmak için pek çok yerde isminin ‘Tenedos’ olarak telaffuz edilmesiyle görünür olan geçmişe dair bir boşluk, daha doğrusu enkaz hikâyesi var. Adanın her yerinde, her köşesinde Rumların hayaletleri dolaşıyor. Peki adı bu kadar çok geçen Rumlar nerede? Asıl önemlisi Rumların bu kadar çok anılması, bir anlamda Rum’un adaya ‘geri dönüşü’ nasıl mümkün olabiliyor? Derdim, Rumların ne şartlar altında geri döndüğü, hangi şekilde geri dönebildiği. Düz bir şekilde söyleyeyim: Derdim adadan göç edenlerin, göçe zorlananların ancak pazarlama tekniklerinin ve turizmin o ıslah edici diliyle geri dönebiliyor olması.

Meta olarak Rumlar

Adanın Rum oluşuna yapılan vurgu Rumlara dair koca bir hikâyeyi atlıyor, görmezden geliyor. Tarihle yüzleşmiyoruz, tarihi törpüleyip satıyoruz. Adanın tarihinin içerdiği şiddet yok sayılıyor. Bu esnada Rumlar, cismi kalmamış Rumlar, bir ürün, bir meta haline geliyor. Adadaki emlak dükkanlarının önü eski Rum evi ilanından geçilmiyor. Kimindi o evler acaba? Neden boşaldılar? Ne zaman? Nasıl?

Devletin zorunlu iskan politikalarının etkileri artık görünmez olmaya başlamış. Kaldığım pansiyon sahibi Kayseri’deki akrabalarından bahsettiği zaman ortaya çıkıyor, adaya sonradan yerleştirilenlerin hikâyesi. Oysa adanın en önemli cazibesi, adadan kovulmuş Rumlar. Daha doğrusu hortlatılmış bir Rum kimliği üstüne kurulu Bozcaada: Yemek, yaşam tarzı, huzur, nezihlik, yalıtılmışlık, otantiklik… Bozcaada ve Tenedos isimleri yanyana; sanki ortada bir kardeşlik varmış gibi. Oysa boşalmış Rum evlerinin pek de kardeşçe bir hikâyesi yok. Mallarına el konularak ülke dışına çıkarılmış insanların hayaletleri var o evlerde. Şarap, balık, deniz, kum, güneşle beraber zararsız bir unsura dönüşmüş Rumlar; adanın satılık değerlerinden olmuş. İlerlemek, kalkınmak, zenginleşmek adına adanın tarihini turizmin unutkan, geçmişi ve mekanları bir ürüne indirgeyen diline gömüyoruz. Oysa geçmişin yıkıntıları elimizin değdiği, gözümüzün gördüğü her yerde.

6-7 Eylül olaylarının hemen ardından çekilmiş fotoğrafları gördüm geçen gün, şu yumurta atılarak protesto edilen sergide gösterilen fotoğraflar. Yağmalanan dükkanlar, karmaşa, şiddet, devletin gizli eli gibi konuların arasında ufak bir nokta çekti dikkatimi fotoğraflara bakarken. Olayların hemen ertesinde İstiklal Caddesi’ndeki evlerin hemen her katından kafalar uzanmış cadde boyunca geçen tankları, askerleri, paramparça edilmiş dükkanları seyrediyor. Bugünün metruk binaları o zamanlar dolu, yaşam dolu. Bunca zaman gözlerimin görüp de beynimin anlamlandırmadığı bir tarih enkazı çarptı suratıma fotoğraflara bakarken. İstiklal Caddesi üstünde yürürken binaların bomboş olması, harabeye dönüşmüş olması neden dikkatimi çekmedi bunca zaman? Aslında çok değerli olması gereken bu binalarda terzi, perukçu gibi küçük esnafın ne yaptığı ya da zaten binaların hiç kullanılmıyor oluşu neden rahatsız etmedi beni?

6-7 Eylül (1955) öncesinde İstanbul nüfusunun üçte biri ‘yabancı uyruklu’. O 15 sene (1955-1970) içinde yüzbinlerce insan kaçmış İstanbul’dan. Evlerin, ibadethanelerin tahrip edildiği, yağmalandığı, bu insanların sokakta çeşitli şekillerde (mesela ‘Vatandaş Türkçe Konuş!’ kampanyaları ile) taciz edildiği, bir yandan Türkçülüğün tek ülkü olarak kabul gördüğü, diğer yandan Kıbrıs’ın zaten sıcak olan ortamı kaynattığı bir dönem. Öncesinde Varlık Vergisi, zorunlu iskan politikaları… Yabancı unsur, üvey evlat, içimizdeki düşman azınlık. Bugün İstiklal Caddesi’nde eğlenmeye giderken tamamen görmez olduğumuz o terk edilmiş binalar nasıl korkulara, endişelere, dışlanmaya ve şiddete tanıklık etti acaba zamanında?

Şehir bütün bunların üstünü büyük bir süratle örtüyor. Bir rüzgâr bizi hızla ‘geleceğe’ savuruyor. O dönemi yaşamamış insanların hiç fark etmediği bir enkazın üstüne şehrin eğlence ve kültür merkezi inşa ediliyor. Henüz 50 sene bile geçmeden… Metruk binalar bar, lokanta, parti merkezi, sivil toplum örgütü şubesi, sinema, alışveriş merkezi oluyor. Emlak yatırımcılarının son gözdesi Beyoğlu. Bir yamacı ehlileşip ‘Fransız Sokağı’ ve sanatçı buluşmalarının merkezi olurken, diğer tarafı göçmenlerin, çetelerin, fuhuşun ve uyuşturucunun boyunduruğuna giriyor. Şimdilik Tarlabaşı’ndan İstiklal’e taşan korku haberleriyle yetinmek zorundayız. Kapkaç çetelerinin ve gaspçıların ehlileşmeleri için sermayenin, büyük sermayenin devreye girmesi gerekecek muhtemelen. Organize fuhuş: Mesela Litvanya’dan gelen kadınlar, pahalı turistik randevuevleri. Organize uyuşturucu temini: Mesela esrarlı kahve satan ve polis tarafından görmezden gelinen pahalı kafeler. Organize suç: Mesela katlı otoparklar veya emlak mafyası… Belki Tarlabaşı zamanla İstanbul’un ‘red light district’i olur, turistlerin uğrak noktası haline gelir Amsterdam’daki gibi. Hepsi mümkün. Farklı beğenilere farklı seçenekler sunmak amaç. Oranın eski sahiplerinin hayaletleri ancak belki o zaman geri döner; bir fahişenin, bir serkeşin ya da pahalı bir lokantanın sanatçı ruhlu sahibesinin bedeninde. Nostaljik bir lezzet olarak… Kâr haddi yüksek bir ‘şey’ olarak.

Bozcaada’dan geriye bir enkaz duygusu kaldı. Hayat devam ediyor diyerek methiyeler düzebiliriz olan bitene. Bütün bu unutkanlığa ‘değer üretmek’ adını koyabiliriz. İnsanların karnı doyuyor diyerek pragmatist bir yaklaşımda bulunabiliriz. Ne de olsa bu topraklarda bir gecede dünyalar yıkılıyor, dünyalar kuruluyor. Koca bir enkaz var Tarih Meleği’nin gözlerinin önünde.

Yorumlar kapatıldı.