İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Gelelim konferansa

Etyen Mahçupyan

Engellenen, ertelenen ve ülkenin en güzide üniversitelerinden üçünün bir tür sivil itaatsizlik iradesi sonucu nihayet yapılan ‘Osmanlı’nın Çöküş Döneminde Ermeniler’ başlıklı konferans, öncesindeki patırtıya oranla sonrasında neredeyse hiç konuşulmadı.

Bunun nedeni Türkiye’nin söz konusu meseleyi tamamen siyasi bağlam içinde algılaması ve bilimsel meraka veya kendi geçmişini anlamaya hevesli olmaması gibi gözüküyor. Konferansın bir soykırım savunuculuğu olduğu şeklindeki cahil, bağnaz ve gülünç karşı çıkışlar; gerçekte bu konunun ‘milli’ denen tezin dışında konuşulmasının hazmedilemediğinin işaretiydi. Oysa Konferans sanılan belki düzenleyenlerin beklentisinin de üzerinde bir çokseslilik platformu oluşturdu. Türk ve Ermeni resmi tezlerinin ortaya çıkan bilgi birikimi karşısında ne denli yavan, kavruk ve yüzeysel olduğunu bir kez daha anladık. Türk resmi tezinin savunucularının çağrılmaması nedeniyle Konferans’ın bilimsel olmadığını söyleyenler, anlaşılan bilimin ne olduğundan bile haberdar değillerdi. Çünkü bilim, siyasi pozisyonların vuruşturulduğu bir alan değil, gerçekliğin bütün çok yönlülüğüyle anlaşılmaya çalışılmasıdır. Bu ise her şeyden önce bilim adına konuşmaya soyunanların söylediklerini bilimsel disiplin ölçütleri içinde sunmaları ve gerçeklik karşısında bilimsel ahlaka riayet etmelerini gerektirir. Açıkça söylemek gerekirse bugün her iki resmi tezin sözcüleri de bu kriterlerin dışındalar… Milliyetçiliğin ‘milli yararı’ öne alan tarih bakışı, gerçekliği çarpıtmayı meşru kıldığı ölçüde, üretilen metinleri demagojiden öte götürmüyor… Diğer bir deyişle bu ideoloji yandaşlarının bilimsel anlamda ‘tarihçi’ kabul edilmeleri için önce kendi tutumlarının değişmesi gerekiyor.

Konferans’tan bir ‘sonuç’ bekleyenlerin tavrı da, tarihi siyasetten arınmış bir gerçeklik alanı olarak göremediğimizin bir başka kanıtıydı. Çünkü bilimsel toplantılar, siyasi toplantılar gibi ‘sonuç’ üretmezler. Aksine eğer iyi bir toplantıysa, ele aldıkları meseleyi derinleştirerek yeni bilinmezliklerin eşiğine getirirler. Türkiye toplumundaki ‘sonuç’ beklentisi, kendimize ve meselelerimize ne denli yüzeysel baktığımızın ve derinleşmekten korktuğumuzun göstergesi… Öte yandan Konferans gerçekten de iki sonuç üretti: Birincisi, Türkiye’de akademik camianın ve aydın kesimin en azından bir bölümünün kendi geçmişine açık yüreklilikle bakacak cesarete sahip olduğunu ortaya koydu. Seksen küsur yıl konuşmayan, konuşmamayı normal sayan, giderek konuşmaktan korkan bir toplumun içinden çıkan bu vakur ve özgüvenli duruş; Batı’dan gelecek düzeysiz manipülasyonların da önünü kesecek bir çıkış oldu. İkincisi, Konferans alışılmışın çok üzerindeki bilimsel seviyesi ile bu konunun asıl tartışılma yerinin Türkiye olduğunu gözler önüne serdi. Bugüne kadar kamuoyunda duyulmadığı için yok sayılan bilimsel birikim bütün çeşitliliği ve felsefi arka planıyla birlikte neredeyse ‘sıradan’ bir tartışma alışkanlığı içinde yoğrularak konuşuldu. Dolayısıyla Konferans Türkiye’deki mesleğine saygılı bilim insanlarıyla, resmi tez silahşörleri arasındaki düzey farkını da göz ardı edilemeyecek biçimde ortaya koymuş oldu.

Nihayet birkaç söz de protestocular için etmek gerek… Geçmişin bilinmediği, hayali bir tarih üzerinden kimlik üretildiği, sonra da bunun ‘milliyetçiliği’nin yapıldığı bir toplumda üç beş protestocu tabii ki olacaktır. Şaşırtıcı olan, bu insanların azlığıydı… Belki kendilerine ‘milliyetçi’ diyenler bile artık geride bırakılan yaşanmışlığın bize söylenenden epeyce farklı olduğunu hissediyor. Yoksa protestoculardan bazılarının günlük ‘ücret’ karşılığında yumurta atma söylentisini nasıl açıklarız?

21.10.2005

Yorumlar kapatıldı.