İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Ermeni soykırımı tezinin temelleri çürük

Şükrü M. Elekdağ

Prof. Lewy makalesinde, Ermeni tezlerine kanıt gösterilen belgelerin asılsız olduklarını ortaya koyması soykırım iddiasını kökünden sarsıyor. Lewy, soykırımı tezinin şu üç temel dayanağının geçerliliğini çürütüyor: Birincisi, Mütareke döneminde kurulan Osmanlı askerî mahkemelerinin, Ermeni katliamlarının İttihat ve Terakki’nin talimatları uyarınca yapıldığını ortaya koyan kararları. İkincisi, katliamların sistemli bir şekilde Teşkilat-ı Mahsusa’nın işi olduğu. Üçüncüsü de, katliamlar hakkında Aram Andonyan tarafından Talat Paşa’ya atfedilen şifre talimatların soykırımı kasıt ve niyetini kanıtlayan gerçek ve güvenilir belgeler olduğu…

Amerika’nın, soykırımı alanında önde gelen akademisyenlerinden biri tarafından yazılan bir kitap, Ermenilerin soykırımı iddialarının dayandığı temellerin son derece çürük olduğunu çarpıcı biçimde ortaya koyuyor. Bu eserin yazarı olan Massasuchets Üniversitesi siyaset bilimi profesörü Guenter Lewy’nin, kitabında ulaştığı sonuçları özetlediği makale, “The Middle East Quarterly”’ dergisinin Sonbahar 2005 sayısında “Revisiting The Armenian Genocide/Ermeni Soykırımının Yeniden İncelenmesi” başlığıyla yer aldı. Makalenin tercümesinin Zaman’ın “Yorum” bölümünde “Soykırımının belgeleri nerede?” başlığıyla yayımlanması, ülkemizde bu konuda cereyan eden hararetli tartışmalara ışık tutan yararlı bir katkı oluşturdu.

“Profesör Lewy’nin makalesi, I. Dünya Savaşı sırasındaki Ermeni ölümlerinin önceden planlanmış ve kasıtlı katliamlar olduğunun kanıtlanamadığını, bu nedenle de Osmanlı Devleti’nin Ermenilere soykırımı uyguladığı yolundaki suçlamaların geçersiz olduğunu ortaya koyan bilimsel bir çalışma niteliğini taşıyor.” (1) Hemen belirtelim ki, dünyada sayıca çok az bilim adamı soykırımı konusunda Guenter Lewy düzeyinde bir uzmanlığa sahip olabilir. Bunun nedeni de, Almanya’da doğan ve ailesinin büyük bir kısmını Nazi soykırımında kaybeden ve imha kamplarından kurtulan Lewy’nin soykırımı afetini bizzat ve tüm travmasıyla yaşayan bir kişi olmasıdır. Amerika’da öğrenimini yaptıktan sonra Profesör Lewy bilimsel yaşamını soykırımı araştırmalarına adamış ve birçok eser yayımlayarak bu alanda saygın bir otorite konumunu kazanmış bulunuyor.

Soykırımı iddiası kökünden sarsılıyor

Profesör Lewy’nin makalesinde, Ermeni tezlerine kanıt olarak ileri sürülen kaynak ve belgelerin asılsız ve mesnetsiz olduklarını ortaya koymuş olması, Ermeni soykırımı iddiasını kökünden sarsacak bir ağırlığa sahiptir. Lewy bu bağlamda soykırımı tezinin şu üç temel dayanağının geçerliliğini çürütüyor:

Birincisi, Mütareke döneminde kurulan Osmanlı askerî mahkemelerinin, tehcir sırasındaki Ermeni katliamlarının İttihat ve Terakki hükümetinin talimatları uyarınca gerçekleştirildiğini ortaya koyan kararları.

İkincisi, katliamların sistemli bir şekilde ve gizlilik içinde Teşkilat-ı Mahsusa adındaki örgüt tarafından İttihat ve Terakki üst düzey yetkililerinin Ermenileri yok etmeyi öngören planları uyarınca yapıldığı.

Üçüncüsü de, katliamlar hakkında Aram Andonyan tarafından Talat Paşa’ya atfedilen şifre talimatların soykırımı kasıt ve niyetini kanıtlayan gerçek ve güvenilir belgeler olduğu.

Ermeni tarihçi ve yazarlar, İtilaf Devletleri’nin baskısıyla oluşturulan ve Divan-ı Harb-i Örfi denilen fevkalade yetkilere sahip askeri mahkemelerin, tehcire ilişkin suç iddialarıyla yargılamış olduğu İttihat ve Terakki fırkası lider ve mensupları ile kamu görevlilerini idam da dahil çeşitli cezalara çarptıran kararlarını, soykırımı iddiasını kanıtlayan temel belgeler olarak görürler.

Kukla askerî mahkemeler

Guenter Lewy ise makalesinde, söz konusu mahkumiyet kararlarının hukuk ve adaletle hiçbir ilişkisi olmadığını ortaya koyarak bu görüşü çürütüyor. Lewy bu bağlamda, işgal altındaki Osmanlı Devleti’nin askeri mahkemeleri tarafından alınan bu kararların, tamamen siyasi amaçlı olmaları ve doğruluğu denetlenmemiş belge ve tanık ifadelerine dayanmaları nedeniyle de ciddi ve güvenli kanıtlar olarak kabul edilemeyeceklerini vurguluyor. Ayrıca, bir yandan iktidara gelen Hürriyet ve İtilaf partili hükümetlerin İttihatçılara karşı kin ve intikam hisleriyle hareket etmelerinin, öte yandan da İngiltere başta olmak üzere İtilaf Devletleri’nin Osmanlı Devleti’ni parçalama planlarının (Doğu Anadolu’da bir Ermeni devleti kurma), kararların adaletsiz ve siyasi amaçlı çıkmasına yol açtığının altını çiziyor.

Lewy’nin görüşleri gerçekleri yansıtıyor. Mütareke döneminde işbaşına gelen on Osmanlı hükümetinden sonuncusu hariç olmak üzere hemen hepsi, İtilaf Devletleri’nin isteklerini yerine getirmek için Divan-ı Harbi Örfi’leri “hukuki bir kamuflaj” olarak kullanmışlardır. İşgal komutanlığının her cezalandırmak istediği kişi hükümet tarafından derhal tutuklanıp yargılanmak üzere Bekirağa Bölüğü’ne gönderilmiştir. Esasında İngilizler, tutuklamaların olduğu kadar, yargılama ve ceza verme sürecinin de baş takipçisi ve yönlendiricisi olmuşlardır. Divan-ı Harbi Örfi’de yargılanmakta olan Hüsamettin Ertürk’e, o andaki mahkeme reisi olan Nemrut Mustafa Paşa’nın şu ifadeleri mahkemenin iplerinin kimlerin elinde olduğu hakkında açık bir fikir vermektedir: “Seni pek iyi tanıyorum. Namuslu ve dürüst bir askersin. Askerlikten başka bir işle meşgul olmadığına kaniim. Fakat işgal altında çalışan bir Divan-ı Harb, vicdanından ziyade hisleriyle hareket eder. Bu bize yukardan gelen emirdir”. (2)

Divan-ı Harb-i Örfi’lerin kurulması

Lewy’nin argümanlarının gerçeğin ta kendisi olduğunu anlamak için, mütareke dönemindeki İstanbul’un içler acısı manzarasına bir göz atmak yeterlidir. Osmanlı Devleti için teslimiyet ve esaret belgesi olan Mondros Mütarekesi’nin imzalanmasından kısa bir süre sonra düşmanın devasa deniz filosu Boğaz’a demirlemiş ve 13 Kasım 1918’de Osmanlı başkentini işgal etmişti. Karaya çıkan İngiliz, Fransız, İtalyan, Yunan ve Amerikan subay ve askerleri “doğal müttefikleri” Ermenilerle Rumlar tarafından çiçeklerle karşılanmışlardı. İşgalle birlikte Osmanlı Devleti’ni oluşturan tüm unsurlar bölücülüğe ve bozgunculuğa başlamışlar, İstanbul binaları, “Pontus Cumhuriyeti”, “Kürt Krallığı”, Klikya Ermeni Krallığı”, “Çerkes Teavün Cemiyeti”, “Başkım Arnavut Birliği” gibi tabelalarla donanmıştı. Bu ortamda hak ve hukukundan söz edilmeyen ve aşağılananlar sadece Türklerdi. Meclis-i Mebusan’da da Rum ve Ermeni mebuslar gemi azıya alarak Türk’e karşı besledikleri tüm kin ve nefreti açığa vurmakta gecikmemişlerdi. Ermeni mebuslar Rumların da desteğiyle verdikleri önergelerle tehcir ve katliamlar konusunda suçlularının saptanıp cezalandırılmasını gündeme getirdiler. Esasen, azınlıklara karşı “zulüm ve katliamın” sorumluları da dahil olmak üzere, savaş suçlularının yargılanarak cezalandırılması, İtilaf Devletleri’nin önem verdikleri bir husustu. İşte bu ortamda, Sultan Vahdettin ve Damat Ferit Paşa, savaşın suçlarını ve “Ermeni katliamlarını” İttihatçıların sırtına yüklemek ve İtilaf Devletleri’ne yaranmak suretiyle Paris Barış Konferansı’nda barış şartlarını yumuşatacakları umuduna kapılmışlardı. Bu amaçla ülkedeki örfi idare koşulları ileri sürülerek Dıvan-ı Harb-i Örfi’ler kurulmuş ve bunların hızlı yargılamalarla kısa zamanda çok adette suçluya ağır cezalar vermeleri beklenmişti.

Adalet maskaralığı

Ne var ki, mahkemelerin suç unsuru bulamamaları nedeniyle yargılamalar aylarca sürmüş ve İttihat ve Terakki mensuplarının ileri gelenlerinin topluca ve istenildiği şekilde cezalandırılması mümkün olmamıştır. Bu durumdan son derece rahatsız olan Damat Ferit, 5 Nisan 1920’de dördüncü kez sadrazamlığa gelmesini fırsat bilerek “Nemrut veya Kürt” Mustafa Paşa Divan-ı Harbi olarak bilinen olağanüstü yetkilere sahip bir mahkeme kurdurmuştur. Bu mahkeme, 26 Nisan’da yayınladığı “Divan-ı Harplerin Teşkilat ve vazifeleri” hakkındaki bir kararname ile sanıkların savunma ve avukat tutma haklarını ellerinden almıştır. Ayrıca, mahkeme halka açık olmayacak ve kararları temyiz edilemeyecektir. Bu nedenle bu mahkemede yargılanan birçok sanık savunma hakkından mahrum edilmiştir. Ayrıca, sanıklar hakkında Ermeni ve Rum tanıkların suçlayıcı ifadeleri, doğrulanmalarına lüzum görülmeden gerçek kanıtlar olarak kabul edilmiş ve bu şekilde yapılan yargılamalar sonucunda sanıklar idam da dahil olmak üzere çeşitli cezalara çarptırılmıştır.

Nemrut Mustafa Paşa mahkemesinin Bayburt Ermeni tehciri sanığı Urfa Mutasarrıfı Nusret Bey hakkında iki ayrı çelişkili karar alması bu adalet maskaralığını çarpıcı bir şekilde ortaya koymaktadır. Nusret Bey önce 4 Temmuz 1920’de kürek cezasına çarptırılmış ve bu karar mahkeme heyeti tarafından imzalanmıştır. Buna rağmen, Nemrut Mustafa mahkemenin 20 Temmuz celsesinde Nusret Bey’i idama mahkum ettiren bir ikinci karar aldırmış ve astırmıştır. Bilahire yapılan adli inceleme Nusret Bey’in tamamen suçsuz olduğunu ortaya koymuştur. (3)

Divan-ı Harp kararlarının bozulması

Profesör Lewy’nin makalesinde ele almamış olduğu can alıcı bir nokta var. Bu da, Damat Ferit Paşa’nın istifasından sonra 21 Ekim 1920’de yeni kabineyi kuran Osmanlı Devleti’nin son sadrazamı Tevfik Paşa’nın, hukuk dışı işlere göz yummayı reddederek Divan-ı Harb-i Örfi’lerin iki yıllık icraatını incelemeye aldırmasıdır. Bu amaçla Tevfik Paşa, çok adette haksız karara imza attığı basın tarafından da yoğun şekilde işlenen Nemrut Mustafa Paşa’nın görevine son vererek yerine Hurşit Paşa’yı atamış, ayrıca mahkeme kararlarına karşı temyize başvurma hakkını getirmiş ve Harbiye Nezareti’ne bağlı Divan-ı Temyiz-i Askeri’yi kurdurtmuştur. Haklarında mahkumiyet kararları verilenlerin dosyaları temyiz heyeti tarafından incelenmiş ve sonuçta Divan-ı Harb-i Örfi kararlarının hemen hemen hepsi bozulmuştur. Bu şekilde Nemrut Mustafa’nın adalet adına yaptığı haksızlık ve rezillikleri tüm çıplaklığıyla gözler önüne serilmiştir. Görüleceği üzere, “Divan-ı Harb-i Örfi mahkemelerini Osmanlı Devleti’nin hür iradesiyle birtakım gerçeklerin ortaya çıkması için kurduğu bağımsız ve adil bir kurum olarak görmek mümkün değildir.” (4) Bu nedenle, anılan mahkemelerin geçerlilikve meşruiyetten yoksun kararlarının soykırım tezine kanıt olarak ileri sürülmesi boş ve anlamsız bir çaba olmaya mahkumdur.

Lewy makalesinde, katliamların Teşkilat-ı Mahsusa tarafından gerçekleştirildiği yolundaki iddiaların çürüklüğünü de ortaya koymaktadır. Bilindiği üzere Ermeni tarihçilerle yazarlar, İttihat ve Terakki’nin Merkez Komitesi tarafından yönetilen Teşkilat-ı Mahsusa üyelerinin İmparatorluk topraklarındaki değişik cezaevlerindeki katiller ve idam mahkumları arasından seçildiğini, bu canilerin silahlı eğitime tabi tutulduktan sonra çeteler halinde gruplaştırılarak doğudaki eylem alanlarına Ermeni tehcir kafilelerini yok etmek amacıyla gönderildiklerini ileri sürerler. Bu iddialarına kanıt olarak da, yukarıda incelemiş olduğumuz Divan-ı Harb-i Örfi iddianamelerinde yer alan suçlamalarla duruşmalar sırasında dinlenen tanıkların ifadelerini gösterirler.

Profesör Lewy, mahkeme iddianameleri ile tanık ifadelerinin içerdiği suçlamaların gerçekliklerinin doğrulanmamış olmasının yanı sıra, Divan- Harbi Örfi’nin objektif ve tarafsız bir yargı organı olmadığını da dikkate alarak, Teşkilat-ı Mahsusa hakkındaki Ermeni iddialarının geçerliliğini kabul etmemekte ve bu örgüt hakkında yegane akademik araştırmayı yapan Philip Stoddard’ın “Ermeni tehcirinde Teşkilat-ı Mahsusa’nın hiçbir rolü olmadığı” yolundaki görüşüne itibar etmektedir. (5) Lewy, yeni belgeler ortaya konmadıkça Teşkilatı Mahsusa ile tehcir arasındaki ilişkinin kanıtlanmamış bir iddiadan ibaret kalacağını da vurgulayarak, soykırımı tezinin bu ikinci dayanağını da çürüğe çıkarmaktadır.

Talat Paşa’ya atfedilen telgraflar

Ermeni tarihçiler ve yazarlar yakın zamana kadar, Aram Andonyan adlı bir Ermeni tarafından 1920’de yayımlanan “Ermeni Katliamına İlişkin Resmi Türk Belgeleri” başlıklı kitapta yer alan Talat Paşa’ya atfedilen şifre-telgrafları, soykırımı iddialarının en güçlü dayanağı olarak sunmuşlardır. Bu telgraflarla güya, Talat Paşa, Halep Valisi’ne, bölgedeki Ermenilerin tümünün katledilmesi ve Türk erkeklerle evlenerek sağ kalabilen Ermeni kadınlarla Türkler tarafından evlatlık alınan öksüz Ermeni çocuklarının da toplanarak yok edilmek üzere çöle sürülmesi talimatını vermektedir. Profesör Lewy, telgrafların sahte olduklarını ve Ermenilerin bu sahtekarlıklarıyla ilgili gerçeğin bir gün ortaya çıkarılacağı endişesiyle kitaptaki fotokopilerin orijinallerini yok ettiklerini belirterek, Ermeni soykırımı iddialarının üçüncü dayanağının da çürük olduğunu vurgulamaktadır.

Sonuç olarak, Profesör Lewy’nin, Ermeni tezinin dayandığı iddia ve belgelerin asılsız ve mesnetsiz olduğunu ortaya koyan bulgularının, soykırımı tartışmalarını Türkiye lehinde etkilemesi beklenmelidir. Önerimiz, Washington’daki büyükelçiliğimizin, Ermeni soykırımının tanınmasını öngören iki tasarının Amerikan Kongresi’nde tartışılmak üzere olduğu şu günlerde, Lewy’nin makalesini (yazarın hayat hikayesiyle birlikte) tüm Kongre üyeleriyle yönetimin ileri gelenlerine iletmesi ve Lewy’nin bilahire yayımlanacak kitabı için de aynı işlemin yapılmasıdır.

(1) Yazarın bu yıl sonuna doğru yayımlanması öngörülen kitabının ismi, “The Armenian Massacres in Ottoman Turkey: A Disputed Genocide/Osmanlı Türkiyesi’ndeki Ermeni Katliamları: Tartışmalı bir Soykırımı”.

(2) Ferudun Ata, İşgal İstanbul’unda Tehcir Yargılamaları, TTK, Ankara 2005, s. 145

(3) Osman Selim Kocahanoğlu, İttihat Terakki’nin Sorgulanması ve Yargılanması, Temel Yayınları, İstanbul, 1998, s. 42

(4) Ferudun Ata, age, s. 290

(5) The Ottoman Government and the Arabs: A Study of the Teşkilat-ı Mahsusa, Princeton Üniversitesi, 1963

EMEKLİ BÜYÜKELÇİ / CHP İSTANBUL MİLLETVEKİLİ

Yorumlar kapatıldı.