İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

`İtiraf´ geleneği

Murat Belge

Batı’da, belirli ölçüde Hıristiyanlık’tan kaynaklanan ‘içsel hesaplaşma’dan, bunun etik sonuçlarından söz ediyor ve bunu, bizim Ortadoğu’nun ‘Ben yapmadım’ kültürüyle karşılaştırıyordum.

Bu noktada bir an durup böyle konularda genellemeler yapmanın tehlikelerine dikkat çekmeliyim. Hıristiyanlık’ta böyle bir ilke var diye bütün Hıristiyanların yemeyip içmeyip kendileriyle hesaplaştıklarını düşünmemiz için bir neden yok. Aynı şekilde, Ortadoğu’da kimsenin kendisiyle hesaplaşmadığını iddia etmek de saçma olur. Ancak, bu kültürel öğelerin de önemi var ve her şeyi değilse de bazı şeyleri açıklamaya yardımcı oluyorlar.

Bunu dedikten sonra, bu öğelerin geçerli oldukları ölçüde, değişik toplumsal formasyonlarda sebep oldukları değişik davranış biçimlerinin karşılıklı ‘değer’i konusuna geçeyim. Pazar günü yayımlanan yazımda, bu konuyu ayrıca ele alacağımı söylemiştim.

‘Hesaplaşma’, ‘suçu üstlenme’ gibi, Hıristiyanlıkla bağdaştırdığım bu kültürel tavırların kökeni, Hıristiyanlık öncesine, Tevrat’a, burada anlatılan ‘ilk günah’ mitine uzanıyor. Buna göre, Adem’le Havva’nın Yehova’nın emrine karşı gelmesinden beri, insan bir günahkâr olarak doğar ve bütün kuşaklar bu ilk günahın yükünü sırtlarında taşır.

Hıristiyan teolojisinin temelinde de bu günahtan kurtuluş teması yatar. Tanrı insanı bu yükten kurtarmak için Kutsal Ruh olarak dünyaya inmiş, İsa olarak insanlar arasında doğmuştur. İsa, çarmıhta çektiği acılarla, ilk günahın kefaretini bütün insanlık adına ödemiş ve bundan sonra insanların günahsız doğma imkânını yaratmıştır. Hıristiyan olur, ‘vaftiz’ gibi gerekli kuralları yerine getirir. Tanrı’nın oğlu olarak İsa’nın öğretisine uyarak yaşarsanız, cennete gidebilirsiniz artık. Ama dürüst olmak, işlediği suçu kabul etmek ve bağışlanmak için gerekeni yapmak, bu ‘öğretiye uygun’ yaşamanın koşuludur. Mantık gereği, işlediğimiz suçu Tanrı’dan gizli tutmamız zaten imkânsızdır. Bunu gizlemeye çalışarak değil, bunu herkese açarak Tanrı’nın affını kazanırız.

Buraya kadar, bu etik formasyonu en olumlu biçimiyle anlattım. Ama bunun çok iyi olduğunu, ‘her derde deva’ olduğunu filan iddia edecek değilim. İki nokta üstünde durmak istiyorum: Birincisi, İsa’nın bizim için yaptıklarına rağmen büsbütün ortadan kalkmayan ‘ilk günah’ inancının, insan psikolojisi üstünde ne ağır bir yük oluşturduğu konusu. ‘Ben suçluyum, ben günahkârım’ diye yaşamak, bu psikolojide birçok tahribat yaratabilir ve şüphesiz yaratmıştır.

İkincisi bence daha önemli. Dini öğretide, onun üzerinde temellenen ahlak sisteminde böyle öğeler olduğu için, bu inançlarla yaşayan insanların kendilerine ve başkalarına karşı her zaman dürüst olduklarını düşünmemiz gerekmez. Bu inançlar üzerinden ikiyüzlülük yapmanın da bin bir yolu yordamı bulunabilir, bulunmuştur. Nitekim bütün Batı edebiyatı, bu ilkelerin hakkının verilmesinin değil, ikiyüzlülükle çiğnenmesinin örnekleriyle doludur. Bir zamanlar bizde de pek moda olan (‘sosyalizm’e özgü) ‘özeleştiri’ ayinlerinin anlamsızlığını hatırlayanlarımız çok olmalı.

Ne var ki, İslam, İsa’nın ‘ilk günah’ı affetmesinin ardından gelmiş bir din olarak, bu ‘iç muhasebe’ üzerinde çok fazla ısrar etmemiş, ya da tarihi gelişme, aslında her dinin özünde yatan bu zorunluğu çok fazla öne çıkaran koşulları olgunlaştırmamıştır. Genel kavrayış, böyle bir ‘muhasebe’den çok, zahidane bir kuralcılığa kaymış ve orada rahat etmiştir. Ama sonuç olarak, Ortadoğu’nun genel kültürel biçimlenmesinde (ve Türkiye’de) bu içsel boyutta oldukça belirgin bir eksiklik var. Tarihin bu aşamasında bunu gidermenin yolu da dini değil, ‘seküler etik’ olmalı.

Yorumlar kapatıldı.