İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Türkiye´nin iki asırlık engelli yolu

Türkiye Avrupa konusunda tercihini 1839’da yayımlanan fermanla, yani Tanzimat’la yaptı. Batı ülkeleriyse o tarihten sonra kalıcı uzlaşma için, kâh Yunanistan’ın kâh Ermenilerin taleplerini Türkiye’nin önüne getirmekten bir an bile geri kalmadı

AVNİ ÖZGÜREL

Türkiye AB’yle ilişkilerinde ‘kritik dönemeç’te. Ve ilk düğüm herhalde yarın çözülecek…

Fakat bu çözülmenin, yolun açıldığı, sancının bittiği anlamına gelmediği açık. Önümüzde daha çok düğüm hatta kördüğüm var. Tablo bugün böyle olmuş değil. İki asırdır ana karakteristiği değişmedi.

Osmanlı’nın sadece ‘alafrangalık’ yani batı hayranlığı dolayısıyla Avrupa’yla uzlaşma kararı verdiğini sanmak yanıltıcıdır. Ekonomik çöküntü, gerikalmışlığın farkındalık, ardı arkası kesilmeyen savaşların bezdirdiği halk!.. Buydu imparatorluğun gerçeği ve ayakta kalmakla yok olmak kıskacında Avrupa’ya el uzatmaktan başka çare bulunamamıştı. Tanzimat’ın önemli isimlerinin anıları okunduğunda, varılacak nihai uzlaşma için ‘birkaç eyaletin kaybı’nın dahi göze alındığı anlaşılır.

Aslında 18. yüzyıl sonuna kadar Avrupa öğrenmişti Osmanlı gücünün tükendiğini. Ancak arada tek-tük de olsa kazanılan savaşlar, beklenmedik anda gelen kafa tutuşlar dolayısıyla bu yargısından emin olamıyordu. Tanzimat ve ardından gelen ‘borçlanma’ süreci başlangıçta masum, haklı, makul bir talep hatta tavsiye getirdi: ‘Batılı manada kamu maliyesi düzenine geçiş.’

Osmanlı hesap metodu

Filvaki Osmanlı hesapsız kitapsız değildi ama bu kendine göre bir defter tutuşuydu. Daha doğrusu yıl boyu sarf yapılır, sene sonunda da hesap çıkarılırdı. Batılı finans çevrelerinin istediği standartta bütçe ise gelecek yılın gelir ve harcama kalemlerinin tayini, ödeneklerin belirlenmesi esasına dayanıyordu. Yani ‘tahmini’ bütçeye… Osmanlı’da bu düzene geçişi sağlayacak yetişmiş eleman yoktu haliyle. Dolayısıyla Batı’dan Türkiye’ye uzmanlar geldi ve klasik düzende ilk bütçeyi hazırladılar. Bunu yapmak için haklı olarak kamunun tüm gelir kaynaklarıyla birlikte bütün giderlerinin, tahmini harcamalarının önlerine konmasını talep ettiler. Onlara bakarak hangi kalemlerde tasarrufa gidilmesi gerektiğini, ne kadar ilave gelire ihtiyaç duyulduğunu değerlendirip öneri getireceklerdi. Sonuçta Osmanlı’nın bütün hesapları önlerine geldi. Nerede kaç asker var, ordunun ne kadar silah ve mühimmat ihtiyacı var v.s.

O çalışma sonunda Batı, Osmanlı’nın kolunun kanadının kırılmış olduğunu, ordunun cephede doğru dürüst ne silahının ne mermisinin bulunmadığını öğrendi. Sonrası kendiliğinden geldi. İmparatorluk dahilindeki azınlıkların bağımsızlık talepleri o andan itibaren açık destek buldu; Osmanlı topraklarının paylaşılması için pazarlıklar açıktan yapılmaya başlandı.

Girit nasıl elden çıktı?

Bu süreçte hiç kuşkusuz Avrupa ülkeleri tarafından en fazla heveslendirilip arka çıkılan Yunanistan oldu. Onu diğer Balkan halkları takip ettiler. Olanca güçsüzlüğüne rağmen, yani en kötü haliyle dahi Atina’yla baş edecek durumda olmasına rağmen İstanbul her defasında Avrupa’nın baskısıyla geri adım atmaya mecbur kaldı. Girit olayları bunun tipik örneğiydi. 1868’de aldığı siyasi bir kararla Girit’te bir tür demokratik özerklik denemesi yapan Osmanlı ada halkıyla arasındaki buzları erittiği halde Yunanistan bundan hoşnut olmamıştı.

Girit’i ilhak edebilmek için silahlı adamlar gönderip olaylar çıkartmaktan tutun, Atina’daki Osmanlı sefareti önünde gece gündüz gösteri yapmaya kadar bir dizi harekete girişti. Bir yandan da Batı basınında Osmanlı’nın Girit’te Hıristiyan halka zulüm yaptığına dair haberler yayımlatmaya koyuldu. Sonunda Paris’te Girit Konferansı toplamayı başardı. Orada Atina olanca baskısına rağmen Osmanlı aleyhine karar çıkartamadı. Avrupalı devletler İstanbul’u haklı buldular. Ama Yunanistan Batılıların Hıristiyan bir halka ihanet ettiği propagandasına girişti bu kez ve işin peşini bırakmadı.

Atina’ya direnemediler

Balkanlar’da isyan fırtınasının estiği, Osmanlı’nın Ayestefanos hattına dayandığı ortamda 1897 baharında bir defa daha harekete geçti Yunanistan. Fransızların Tunus’u (1881) ertesi yıl İngiltere’nin Mısır’ı işgalleri, 1885’te Batı Trakya’nın Bulgaristan’a katılmasıyla cesaret bulmuştu Yunanistan. Kapanın elinde kalıyordu kaptığı. Bir kere daha Batı basını Girit’te ‘Türk mezalimi’ başlıklarıyla donandı. Adada sürekli yangınlar çıkar, patlamalar olur hale geldi.

Buna rağmen Avrupa hükümetlerini yanına çekemedi Atina. Hatta tam aksine Fransız, İngiliz, İtalyan ve Rus zırhlıları Yunanistan’ın emrivakisine mani olmak için adayı denizden ablukaya aldılar. Daha da ötesi Yunan hükümetine nota verdi bu devletler ve Girit’i ilhak hayalinden vazgeçmesini bildirdiler. İstanbul’da da Abdülhamid, Yunan elçilik görevlilerini hudut dışına çıkardı. Yunanlı tüccarların ülkeye girişi, Yunan gemilerinin Türk limanlarına girişi yasaklandı. Yunanistan buna rağmen Osmanlı’ya savaş ilan etti. Ve harekâta başladı.

Abdülhamid savaş kararı almakla birlikte orduya harekât emrini iki ay geciktirdi. Avrupa devletlerini Yunanlıları durdurmak gerektiği fikrine ikna etmeye çalıştı. Ama sonuç alamayınca birlikleri Yunan ordusunun üzerine sevk etti. 1896 Nisan’ında başlayan Türk ordusunun ileri harekâtı ayın sonunda Atina yakınlarına vardı, Pire Limanı’nın düşmesi an meselesi oldu. Panik havası esen Yunanistan’da Deli Yani kabinesi bu yenilgi üzerine istifa etti. Batılı devletler ateşkes sağlamak için İstanbul’a baskı yapmaları çağrısında bulunan Yunanistan’ın çağrısı Moskova’da yankı buldu. Çar Nikola, Abdülhamid’i ‘savaşa son vermeye’ çağırdı.

1897 senesi başında Türk-Yunan barış anlaşması imzalanırken İstanbul’un aklından dahi Yunanistan’ın sonunda Batılı devletleri ikna etmeyi başardığı geçmiyordu. Ama bu da ‘olmaz’ denilen gerçekleşti ve daha birkaç sene evvel Yunanistan’ın istilacı emellerden vazgeçmesi gerektiği kanaatinde olan İngiltere, Fransa, İtalya ve Rusya tarafından ‘Girit’in muhtariyeti’ ilan edildi.

Çerçeve

Şerefname’de Kürtler

Yasaklamalar dolayısıyla Türkçe çevirisi ancak 1971’de çıkan Şerefname’nin Kürt tarihi ve sosyolojisi açısından ne denli önemli bir kaynak olduğunu biliyoruz. Şerefname, Bedlis (Bitlis) beyi eref Han tarafından 1597’de Farsça yazıldı. Orijinal elyazma nüshası Oxford Üniverisitesi’nin Bodleian Kütüphanesi’nde bulunan eser 1669’da yine Bitlis beylerinden Ahmed Mirza Bey ve 1681 yılında Şem’i takma isimli bir yazar tarafından iki defa Arap harfleriyle, 1930’da ise Diyarbakırlı öğretmen Süleyman Savcı tarafından Latin harfleriyle olmak üzere üç kez Türkçeye çevrildi, ancak yayımlanmadı. İlki 1971’de çıkan M. Emin Bozarslan çevirisi ise sonra tekrar basıldı.

Han’ın değerlendirmeleri

Burada Kürt beyi Şeref Han’ın Kürtler’a dair değerlendirmelerini aktarmak istiyorum. “Birbirlerinin sözüne uymaz, asla birlik ve beraberlik içerisinde hareket edemezler” diye tanımladığı Kürtler konusunda Şeref Han hayli esprili bir dille, hikâyeler anlatarak hükümler verir. Örneğin Hz. Muhammed ile görüşmeye giden heyette yer alan Buğduz adlı bir Kürt’ün çirkinliğini gördükten sonra Hz. Muhammed’in, “Yüce Allah bu topluluğu, kendi arasında ittifaka ve birleşmeye muvaffak etmesin, yoksa birleştikleri takdirde, onların elleriyle insan nesli mahvolur” dediğini nakleder sonra da ekler: “O zamandan beri bu topluluk birleşik büyük bir devlet, birleşik büyük bir saltanat kurmaya muvaffak olamamıştır.” Keza, “Kürtler arasında şimdilik, genel olarak emrine uyulacak ve yargısı uygulanacak kimse olmadığı için, bu halk en ufak ve önemsiz nedenlerle ayaklanarak, önemsiz hatalar ve küçük suçlar yüzünden büyük suçlar işlerler” der.. Ve, ” Kürtler üreyip kısa zamanda çoğalırlar, ancak aralarında öldürme yaygın olduğu için nesilleri çoğalmaz!” hükmüne varır…

Diyebilirsiniz ki Şeref Han’ın değerlendirmesi yanlıştır, bakın nasıl Barzani ve Talabani’nin liderliğinde birleşti Kürtler, devlet olma yolunda en önemli safhayı atlattılar v.s. Türkiye’de de Öcalan’ın otoritesini kabul ettirdiğini öne sürebilirsiniz…

Ama unutmayın ki bu fotoğraf, devam eden oyunun şu an görünen sahnesinden. Müteakip ‘kareler’de neyin olduğu da daha belli değil. Son üç asırda zaman zaman ayağa kalkmış ama her defasında ‘kullanılmışlığın’ pençesine düşüp hüsrana uğramış bu acılı halkın şimdi önüne düşenlerin ‘doğru’ yerlerde saf tuttuğundan fazla emin olmamak lazım.

Çerçeve

Ermenilere Rus-İngiliz ilgisi

Türklerin Anadolu’ya gelişinden itibaren kaderlerini Selçuklu ve Osmanlı’yla birlikte gören Ermeniler, -Patrikane bu süreçte daima Türk başkentlerine taşınarak batıya geldi- bağımsızlık konusunda Rusya tarafından yüreklendirildiler. Nitekim Moskova Ayestefanos Anlaşması’na bu amaçla ‘Vilayet-i Sitte’ denilen altı doğu vilayetinde Ermeniler lehine ‘ıslahat’ şartını koydurdu. Ancak bundan sonra Moskova’da ‘Ermenileri Ruslaştırma’ havası esmeye başladı.

Balkanlar’da bağımsızlık girişimlerini destekleyen ve bunun gerçekleşmesini sağlayan Moskova, Yunanistan, Bulgaristan ve Romanya üzerinden Akdeniz’e inme hayali suya düşünce hata ettiğini anladı. Rus Dışişleri Bakanı Prens Lobanow’un, “Biz batıdaki hatamızı doğuda tekrarlamayacağız. Bir Ermeni Bulgaristanı istemiyoruz” sözünde özetlenen yeni siyaset dolayısıyla Ermeniler yüzlerini İngiltere’ye döndüler. Bundan dolayı Abdülhamid de Ruslara yanaştı. Rusya’dan çıkıp İsviçre’ye giden Ermeni komitecileri orada kurdukları Hınçak ve Taşnak cemiyetleriyle bir yandan Anadolu’daki Ermenileri davalarına kazanma, diğer yandan Batılı devletleri ‘Vilayet-i sitte’de bağımsız bir Ermenistan kurulması siyasetine ikna çalışmasına başladılar.

Yorumlar kapatıldı.