İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Kültürün derin katmanları

Murat Belge

Ahmet Hamdi Tanpınar, Osmanlı’da ve genel olarak doğu kültürlerinde fazla varlık göstermeyen roman türünün Batı’da doğmuş ve gelişmiş olmasında, Hıristiyanlık’ta (onun Katolik kolu) ‘günah çıkarma’ diye bir kurumun varlığının payına işaret eder. ‘Tek’ değil, ‘en’ önemli de değil, ama ‘bir’ etken olarak, bunun payı olacağını ben de kabul ederim. Aslında ‘günah çıkarma’, Hıristiyanlık’ta daha temel bir ilkenin epey bozulmuş ve karikatürleşmiş bir şeklidir. Dediğim bu ilkenin ipuçları İncil’de vardır; ama Batı dünyasının gösterdiği gelişme başka türlü olsa, öyle bir laf olarak da kalabilirdi. ‘Yuhanna’da, zina işlemiş kadının resmedilmesi söz konusu olduğunda İsa’nın aldığı tavır, dediğim bu temel ilkenin kaynaklarından biridir: ‘Hiç günah işlememiş olan ilk taşı atsın’ der. Ve tabii kimse taş filan atamaz.

Kamusal bir olay (işlenen suç, bunun cezalandırılması vb.) karşısında, bireyi kendi içsel sorumluluğuyla yüzleşmeye davet eden bir söz. ‘Ben günah işledim mi, işlemedim mi? İşledimse neyi işledim? Bunu niçin yaptım, nasıl yaptım?’ Böyle sonsuza kadar uzanabilecek bir soru dizisi. ‘Hesaplaşma’ dediğimiz eylemi, ‘dışsal’dan (zina işleyen günahkârın cemaat tarafından cezalandırılması) ‘içsel’e (yukarıdaki sorular dizisi) havale eden bir anlayış.

Bu, tabii, bireyin kendini sorgulamasını, kendi sorumluluğu ve suçunu görmesini, bunu gereğinde (ki gerekir) kamu önünde yüksek sesle söylemesini içeren, büyük ölçüde psişik bir süreçtir. ‘Günah çıkarma’, itirafı dinleyen papaz kurumuyla, bir bakıma, bu işi kendi kendine yapmayı beceremeyen sıradan insana yardımcı olma eylemini içerir. Kefaretin ölçüleri vb. kurala bağlanmış, mekanikleşmiş uygulamalarla, İsa’nın o sözünün içerdiği derinlikten de alabildiğine uzaklaşmıştır.

Böyle bir ‘vülgarizasyon’un mahiyeti ve çeşitli olumsuz sonuçları hakkında konuşmayı başka bir yazıya bırakayım. Ama Batı dünyasında, edebiyatta ‘confessional’ dediğimiz türün yaygınlığı ya da sözgelişi, Luther’in geliştirdiği öğreti, hep o temel ilkeye bağlanabilecek modern çağ tezahürleridir. Luther’in ‘sola fide’ (‘Sadece iman önemlidir’) anlayışı da insanı kendisiyle yüz yüze bırakmayı ve kurum olarak kiliseyi Tanrı-birey ilişkisinin içinden çekip çıkarmayı amaçlar.

Doğu (veya en azından Ortadoğu) kültür âlemi buna paralel bir gelişme göstermemiştir, çünkü, çeşitli başka etkenlerin yanı sıra, buna benzer bir ‘birey’sellik oluşmamıştır. Monoteizm yorumları içinde İslamiyet, Hıristiyanlık’tan çok Musa öğretisinin etkilerini taşır. Bunda, içinde doğduğu toplumun yapısal özelliklerinin önemli bir payı vardır. Bu toplumun koşulları, ‘kendisiyle hesaplaşan birey’den çok, kamu düzenini ortaklaşa koruyan bir cemaati ön-gerektirir.

Sonuç olarak, Batı’da, ‘Ben yanlış yaptım’, ‘Ben kusur işledim’ demek ve bunun için özür dilemek, bir erdem olarak anlaşılır, öyle değerlendirilir. Bunun oldukça yakın zamandaki çarpıcı örneği Bill Clinton-Monica olayıdır. Clinton ‘suçunu itiraf edince’ (derecesi tabii tartışılır) birdenbire ortalık sütliman olmuştur.

Ortadoğu ise tamamen tersine bir koşullanma içinde var olduğu için buna göre bir ‘etik’ geliştirmiştir. ‘Kabahati gelin etmişler, kimse yüzüne bakmamış’ diyebiliriz. Burada kabahat cemaat tarafından ve cemaat önünde cezalandırılan bir şeydir. Dolayısıyla, neredeyse içgüdüsel ‘strateji’, cemaat önünde ‘mea culpa’ demek değil, cemaat önünde ‘Ben yapmadım’ demektir.

‘Hangisi iyi?’ Burada bunu tartışmıyor, ayrımı ortaya koymaya çalışıyorum. Zaten öyle bir sorunun basit bir cevabı da olamaz.

Ama bunlar, bu dünyada kültür dediğimiz şeyin ‘derin katmanları.’ ‘Derin devlet’ deyip duruyoruz, ama ‘derin kültür’ de var. Onun için çeşitli kültür âlemleri karşı karşıya geldiğinde, bu derin düzeylerin pozitifleriyle negatifleri çatışıyor, şimşekler çakıyor. Normaldir, şimşek göz alır. Ama çok zaman, o geçici aydınlanmada görünüp kaybolan hatlarla yetiniyor, altta yatanı araştırmıyoruz. ‘AB genişlemesi’ gibi olaylar asıl bu nedenlerle önemli, oysa…

Yorumlar kapatıldı.