İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Ah, ahçik!

Beşir Ayvazoğlu

GEÇEN hafta Elazığ’daydım; orada kulağıma nasılsa daha önce hiç dinlemediğim bir türkü çalındı: Kerem ile Aslı hikâyesindeki gibi, âşık olduğu Ermeni kızına kavuşamayan bir gencin acıklı aşk hikâyesini anlatan iç yakıcı bir türkü, ‘Ahçik türküsü… Bana söylenen doğruysa, ahçik, Ermenice’de “genç kız” demekmiş:

Ahçiği yolladım urum eline

Eser bâd-ı saba zülfün teline

Gel seni götürem İslâm eline

Serimi sevdaya salan o ahçik

Aman o ahçik civan o ahçik

Vardım kiliseye baktım haçına

Mâil oldum arkandaki saçına

Gel seni götürem İslâm içine

Serimi sevdaya salan o ahçik

Aman o ahçik civan o ahçik

Muhtemelen aynı aşk hikâyesinden doğma bir de mani vardır:

Bahçelerde mor meni

Verem ettin sen beni

Ya sen İslâm ol ahçik

Ya ben olam Ermeni

Bir elmanın iki yarısı

GEREK Kerem ile Aslı, gerekse bu manide ve ahçik türküsünde anlatılan hikâye, Türk-Ermeni ilişkilerinin gizli tarihidir. Daha önce de yazdığım bu meseleyi çok önemsediğim için kendimi tekrarlamış olmaktan çekinmiyorum. Bana sorarsanız, ahçiğin, onu din değiştirmeyi göze alacak kadar seven Müslüman bir gence verilmemiş olması, Ermenilerin asimile olmamak için nasıl güçlü bir direnç gösterdiklerini ifade ediyor. Peki, biz Ermenileri asimile mi etmek istedik? Kesinlikle hayır! Aksine her şeyimizi paylaştık onlarla. Kerem ile Aslı hikâyesinde, Isfahan beyinin karısı, çocuk sahibi olmasını sağlayacak elmayı, kendisi gibi çocuk özlemi çeken Ermeni keşişinin karısıyla paylaşır.

Elbette Ermeniler’in de Müslüman olmaları temenni edilmiştir; “Gel seni götürem İslâm içine” mısraı bu temenniyi ifade eder. Fakat bunun için asla zorlanmamışlardır. Zorlansalardı ne dillerini koruyabilirlerdi, ne dinlerini. Ancak asırlarca birlikte yaşayıp aynı havayı solumuş, aynı suyu içmiş, aynı acıları yaşamış ve aynı duyarlıkları paylaşmış olmaktan doğan şaşırtıcı benzerliklerimiz vardır. 19. Yüzyıl’da Anadolu’yu gezen Moltke, Ermeniler’in Hıristiyan Türkler olduğunu zannetmiş, Edmondo de Amicis ise onları “Ruh ve iman bakımından Hıristiyan, doğuş ve cismaniyet bakımından Asya Müslümanı” diye tarif etmişti.

Ortak kültür

MUSİKİ tarihimizde de onlarca Ermeni vardır; Nikogos ve Asdik gibi Ermeni bestekârların eserlerini dinleyiniz, gönül telleriniz, Dede Efendi’nin, Hacı Arif Bey’in, Şevki Bey’in vb. eserlerini dinlerken nasıl titriyorsa, öyle titreyecektir. Ya türküler? “Sarı Gelin” kavgasını hatırlayınız? Bir türküye başka nerede aynı anda iki farklı toplum sahip çıkabilir? Unutmadan söylemeliyim: Ermeni saz şairlerine verilen “aşuk” adı “âşık”tan bozmadır. Ermenice âşık edebiyatının yanı sıra, Türkçe şiir söyleyen ¬şık Vartan, Hakkî, Mecnunî, Civan, Papa Yero, Kirkor Seydî. gibi Ermeni âşıkları da vardı. Bazıları da Bektaşi olan bu şairleri, şiirlerden yola çıkarak teşhis etmek zordur.

Evet, yanlış okumadınız, bir zamanlar, Bektaşi tarikatine girmiş çok sayıda Ermeni şair vardı.

Asırlarca birlikte yaşamışlığımız, sadece musikide değil, dil ve edebiyatta da benzeşmelere yol açtı. Bu konuda Türk ve Ermeni ilim adamları tarafından dikkate değer çalışmalar yapılmıştır.

Selçuklu ve Osmanlı devirlerinde kimliklerini koruyan Ermeniler, hiç baskı görmedikleri için kendi kabuklarına çekilmemiş, bizimle aynı hayatı paylaşarak ortak değerler edinmişlerdi. Birçok mesleği gönül rızasıyla onlara terk ettik; güvendiğimiz, kendimizden saydığımız “zanaatkâr” insanlardı. Ticaret de yapar, hiçbir engelle karşılaşmadan zenginleşirlerdi. Nitekim elde ettikleri büyük ekonomik güç sayesinde Avrupa ülkeleriyle ticarî ve kültürel ilişkiler kurdular ve çocuklarını Avrupa üniversitelerinde okutmaya başladılar.

Böylece milliyetçi fikirlerle tanışarak kısa sürede “Şark Meselesi”nin baş aktörü haline gelen “millet-i sâdıka”, sırtını Avrupa’ya ve Çarlık Rusya’sına dayayarak terörist faaliyetlere başlayacak ve ikide bir isyana kalkışacaktır. iki hafta önce, bu köşede, Reha Çamuroğlu’nun Bir Anlık Gecikme adlı romanından söz ederken bu meseleye değinmiştim.

Asıl şaşırtıcı olan, o tarihlerde, Osmanlı bürokrasisinde Ermenilerin ağırlıklı olarak yer almasıdır. Yunan isyanından sonra bürokrasiden uzaklaştırılan Rumların yerini Ermeniler doldurmuş ve Osmanlı yönetiminde güçlü bir pozisyon kazanmışlardı. Hariciyemizi onlara emanet etmiştik.

Knut Hamsun diyor ki

BİRİNCİ Dünya Harbi şartlarında, cephe gerisini emniyete almak amacıyla ittihat ve Terakki hükümeti tarafından uygulanan tehcir politikası, şüphesiz, masum Ermenilerin de acı çekmesine sebep olmuştu, çok doğru, ama başka çare yoktu. Çünkü Ruslar tarafından silahlandırılan Ermeniler doğuda akıl almaz bir katliama girişmişlerdi. Bu katliamın hâlâ yaşayan şahitleri vardır. Yaşanan bir çeşit iç savaştı ve iki taraftan da çok sayıda insan hayatını kaybetti.

Bu olaylar Türkiye’de değil de, Rusya’da veya Avrupa ülkelerinden birinde yaşansaydı, neler olurdu, siz tahmin edin! Geçen asrın başlarında İstanbul’a gelen Norveçli romancı Knut Hamsun, her dürüst insan gibi, ‘Biz olsak n yapardık?î sorusunu sorarak şu cevabı verir: ‘Norveç’te Yahudilerin devlete karşı açık ya da gizli düşmanlık gösterdiklerini, hatta silâhlı mukavemette bulunmak arzusuyla tutuştuklarını düşünelim. Sonra? Sonrası, isyanı bastırır, isyancıları da kurşuna dizerdik!î

İşte bizim farkımız!

Ah, ahçik!

Yorumlar kapatıldı.