İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Ne `tarihi inkâr´; Ne `soykırımı tanımak´…

Cengiz Çandar

Küçüklüğümde çok dinlemiştim Cemal Ağa’yı. İkinci Dünya Savaşı yıllarında babam Malatya’da savcılık yaparken, ona ve tüm aile fertlerine çok sadık, mertliği, babayiğitliği anlatıla anlatıla bitirilemeyen bir Kürt. “Kürt” sözcüğünü ilk kez Cemal Ağa bağlamında duymuştum.

Cemal Ağa’nın küçücük yaşlarımda dinlediğim öyküsü bundan ibaret değildi. “Tehcir” sırasında eşkıya imiş ve Karnak dağındaki mağaralara Ermenileri doldurup yakmış, Ermeni ağasının karısına ise dokunmayıp, kendisine almış. Oğlu Hacı, Cemal Ağa’nın karısı Azzet’ten olmaymış. “Ermeni” ve “Tehcir” sözcüklerini de daha çok küçük iken Cemal Ağa bağlamında işitmiştim. O Azzet’ten olma Hacı’nın şimdilerde Malatya’da ya da kimbilir nerede yaşayan, torunları olmalı. Bu öyküyü biliyorlar mı, bilmiyorum.

Karnak’ı, uzun yıllar sonra Malatya’ya ilk kez gördüm. Kafamda küçükken dinlediklerimi canlandırmaya çalıştım. Cemal Ağa’nın mertliği ve insancıllığı ile, Ermenileri Karnak mağaralarına doldurup yakması ve Ermeni reisinin karısını kendisine karı yapması arasında küçük zihnimde pek “çelişki” oluşmadığını, geçmişin silik anılarının süzgecinde, hatırlayabiliyorum.

Öyküsü anlatılan dönemle ilgili nice öyküler vardı, bunun yanı sıra. Büyükbabam, o sıralarda (daha babam ve hatta halalarımdan biri hayatta yokken) Çanakkale’de Seddülbahir siperlerinde çarpışıyormuş. Siperinde, günlerce, şehit düşmüş silah arkadaşlarıyla kımıldayamadan yan yana yattığını dinlemiştim. Anne tarafından dedemin ise. Filistin cephesindeki öykülerini dinleye dinleye ezberlemiştim. Anlaşılan, o yıllar, “Tehcir”in cereyan ettiği dönem, benim küçük havsalamın almakta zorlandığı “fantastik” olaylar yıllarıydı… Ortaokul ve lise yıllarımda, Ermeni sınıf arkadaşlarım vardı. Küçük bir çocukken, hafta sonları izinli çıktığımızda, Kayseri’deki Ermeni mahallesine, sınıf arkadaşlarımın evlerine konuk olduğum ve çok iyi ağırlandığım hâlâ capcanlı biçimde hafızamda. Daha ilginci, onlarla aynı sıraları paylaşır ve Kayseri’nin Ermeni mahallesinde ağırlanırken, aklıma ne Cemal Ağa’nın Karnak mağaralarında (yoksa çukurlarında mıydı?) Ermeni yaktığı, ne de “Tehcir” sözcüğü hiç gelmemişti. Böyle şeyler aramızda hiçbir vakit konuşulmadı. Ermeni arkadaşlarımın, kendilerini, bir “tarihi trajedi”nin konusu olarak görüp görmediklerini hiçbir zaman bilmedim. Öğrenmedim. O nedenle, son iki gündür sözünü ettiğim Elif Şafak’ın “İnkâr duvarında çatlak” başlıklı, hafta sonu Washington Post gazetesinde yayınlanan yazısındaki “O günlerde benim için ve hatta bugün Türklerin çoğu için, ülkemin tarihi 1923’te modern Türk devletinin kurulmasıyla başlıyordu. Ermenilerin duyduğu öfkenin, Osmanlı İmparatorluğu’nun son senelerinde, bilhassa da 1915’te Türkiye’deki Ermeni nüfusunu büyük ölçüde azaltan katliamlarda, zorbalıklarda ve sürgünlerde yatan kökleri, ortak tarihi belleğimizin bir parçası değildi” bölümü, tam da benim ve benim gibi birçok insanın “entelektüel iç seyahati” ni yansıtıyor. Şayet “ortak belleğimiz”in bir parçası olsa, ne kadar fark ederdi, onu da bilemiyordum. Ne de olsa, ben de, zorbalıklar ve sürgünler yaşamış bir kuşağın anılarıyla büyümüştüm. Anne tarafım mübadele ile Selanik’ten gelmişti. Babaannemin babası Filibeli, annesi Varnalı idi. İmparatorluğun son döneminin zalim ortamında topraklarını terk etmişlerdi. Milli Mücadele’nin ilk günlerinde, babam kundakta bir bebek iken, Yunan ordularından kaçan ailemin İznik’ten nasıl ayrıldığını, evlerinin nasıl yakıldığını az mı dinlemiştim. Bunların hepsi 1923’ten önce olmuştu. Bilinçaltımda, “Tehcir”le topraklarını terke zorlanan ve öldürülen Ermenilerin başına gelenlerle, benim, her iki taraftan, kendi ailemin ve Müslüman toplulukların topraklarını zorla terk etmesi ve can kayıpları arasında çok büyük bir fark hissetmemiş olmalıydım. O anlamda, hepimiz “Ermeni”ydik; Ermeniler ise “bizden”di. Biz, Müslüman, onlar Hristiyan idi. Hepimiz, tarihin anlamlı ve mutlu biçimde bizler için başladığı Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları… “Ermeni sorunu” tartışıldığı vakit, Ermenilerin “inkarcı” tavra duyduğu öfkeyi ve hayal kırıklığını anlamamız gerektiği kadar, Ermeniler de, Türklerin “zihin dünyası”ndaki bu “arka planı” anlamakta reddettikleri ölçüde, ne bir “ortak bellek” ve ne de bir “ortak gelecek” oluşturmak kolay olmaz. Dolayısıyla, karşılıklı “milliyetçi-ırkçı” tavırların dışına çıkan, aynı şekilde geçmişe “kayıtsızlık” ve “gelecek pragmatizm”inden kendini ayıran, Elif Şafak’ın sözünü ettiği şu “dördüncü yaklaşım”da yarar var: “Mazi, bir kenara atabileceğimiz olmuş bitmiş bir dönem değil. Türkiye’nin ileriye doğru hareket etmesinden önce idrak edilmesi, keşfedilmesi ve açıkça tartışılması gereken bir mirastır.” İyi niyetle ve serinkanlılıkla…

Yorumlar kapatıldı.