İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Bunda şaşılacak ne var ki

Serdar Turgut

Avrupa Birliği’nin yetkili kurullarının 3 Ekim tarihi yaklaştıkça Türkiye üzerinde baskıları artıracakları çok önceden tahmin ediliyordu. Dolayısıyla dün AB Parlamentosu’nda Türkiye’nin tam üyeliği yolunda Kıbrıs sorunundan başka Ermeni soykırımını kabul etmemizin çıkarılması şaşırılacak bir gelişme olmamalıydı. Gelişmede hiçbir sürpriz olmadığı halde piyasalar buna sert tepki verdi ve “Hayır’ın ‘H’si bile yetti bize darbe vurmaya” diyerek manşetimizi attık. Bir de düşünsenize; 3 Ekim ta-rihinde Türkiye’nin tam üyelik görüşmelerine başlaması kesin reddedilse neler olabilir? Böylesi bir durum çok iyi gidişatta olduğu söylenen Türk ekonomisini anında büyük bir krize atabilecek gelişme olurdu.

Türkiye yaptığı bir dizi yanlış manevralar sonucunda bütün hassas dengelerinin istikrarını pamuk ipliği ile Avrupa Birliği’ne bağlamış durumda. Tamamen kendi yanlış manevralarımızın sonucunda kendimizi Avrupa Birliği karşısında güçsüz ve bağımlı hale getirdik ve bunun bedelini de şimdi olmasa bile gelecekte mutlaka ödeyeceğiz.

Sanıyorum ki Türkiye’de Avrupa Birliği’ne üyeliğe karşı olan makul insan yoktur. Bu konuda herkes hemfikir ama mesele üyeliğin nasıl bir yoldan geçilerek gerçekleşeceği. Sonuçta kaliteli bir üyeliğin mi olacağı yoksa ikinci ve hatta üçüncü sınıf bir üyeliğin mi gerçekleşeceğidir. İşte bu konuyu maalesef tartışamadık. Bu tür bir tartışmayı yapmak için en donanımlı kadrolar yani entelektüeller ne yazık ki bazı ilişkileri Avrupa gözünden görmeyi sürdürdüler ve ülke çıkarlarını koruyucu bir söylemi hemen sağ görüş ve hatta faşist olarak damgalayıp diyaloğu kestiler. Halbuki uluslararası ilişkilerde en basit kural, çeşitli milli çıkarların çatışması ve bunlar arasında belki de uzlaşması çok güç çelişkiler bulunmasıdır. Eğer siz Türkiye’nin Avrupa ile ilişkilerinde milli çıkarları tamamen göz ardı ederseniz ve ‘Demokratikleşme’ gibi farklı tarihsel anlarda farklı anlamlar içerebilecek bir nihai hedef için Türkiye’yi Avrupa Birliği karşısında bağımlı hale düşürürseniz sonunda da Avrupa’nın da talepleri hiç bitmez hale gelir ve nerede duracakları belli olmaz.

Ne demek istediğime bir örnek vermeye çalışayım: Bugün Türkiye’nin en parlak zekâlarına sahip olan bazı insanlar geçen hafta bir konferans topladılar. Bir dizi gereksiz tartışmaya neden olan bu konferansta bu parlak zekâlar nedense edecekleri her lafın farklı bir ortamda farklı anlamlar yüklenilebilerek yorumlanacağını göremediler veya görmek istemediler. O toplantıda soykırım kavramı da ortaya atıldı ve bazı gazeteler ‘Bu kavram da ifade edildi ve dünya yıkılmadı’ dediler. Evet o gün yıkılmadı ama dün yıkılmaya başlandı işte o dünya. Çıkar çatışmalarının normal olduğu uluslararası ilişkilerde bir ülkenin aydınları, kendilerini milli çıkarları gözetme ve koruma sorumluluğunun tamamen üzerinde görürler ve bu işe girişenleri de küçümser ve damgalarlarsa, sonuçta o ülkeyi dışarıdan gelebilecek tüm saldırılara da karşı savunmasız bırakırlar. Nitekim bu olmuştur ve dün savunmasız kalışımızın sonuçları yavaştan gelmeye başlamıştır, Avrupa’nın Türkiye üzerindeki baskıları artmıştır ve daha da artacaktır.

Aylardır zaman zaman yazıyorum ve fırsat buldukça da aynı konuya geri döneceğim; bir ülkede aydın olmanın önkoşulu olarak sürekli kendi ülkene vurmayı, saldırmayı getiremezsiniz. Türkiye’de aynen bu yapılmaktadır. Bilim adamları ve entelektüeller Ermeni sorunuyla ilgili tavırları nedeniyle, bizleri topyekün saldırıya açık bırakmışlardır. Avrupalı ‘madem onlar milli çıkarlarını düşünmü-yor, biz niye düşünelim ki’ demiş ve başlamıştır saldırıya. Bazı arkadaşlar solcu olmanın, düşünür olmanın sonucunda milli çıkarları düşünmenin bile ayıp olduğunu düşünüyormuşlar gibi tavır alıyorlar. Bu tamamen yalandır ve ne tarihi ne de güncel koşullarla çakışmaktadır. Onların beğendikleri ülkelerden örneklere bakalım; İngiltere, Fransa ve Almanya’da birçok düşünür milli çıkarlar üzerine aktif düşünmeye başlamıştır ve hatta onlar kendi devletleri için politikalar bile üretmektedir. Sanki Fransa’da, İngiltere’de, Almanya’da solcu aydın yok da sadece Türkiye’de var. Bizde kamuoyu entelektüel tarihten bihaber olduğundan, aydınların kendileri için tanımladıkları rolü sorgulamadan kabul etmiştir, halbuki onların tavırları tartışmaya ve sorgulanmaya açıktır. Bunun teorik ve tarihi temellerini oluşturma zamanı gelmiştir. Yapılacak iş; düşünen insanlara karşı düşmanlıklar oluşturmadan, onları düşünce düzeyinde sorgulamak ve karşı karşıya gelmektir. İstanbul’daki konferanstan hemen sonra Avrupa Birliği’nin Ermeni soykırımı bastırmasıyla ortaya çıkması bu arkadaşlara kendilerini sorgulamaları için inşallah vesile olur.

Zaten AKP tam üyeliğe giden yolda birçok iyi adım atmakla birlikte birçok hata da yaptı ve Türkiye’yi Avrupa Birliği çıkarları karşısında savunmasız bıraktı. Bu durumda doğan otorite boşluğunu bari ülke çıkarları lafı edilince utanmaya başlamayan entelektüeller doldursun. Son olarak şunu da söylemeliyim; dün yaşanan türdeki gelişmeler daha sık yaşandıkça AKP’nin işi çok zorlaşacaktır ve çok korkulan milliyetçi tepki de yükselmesini sürdürecektir. 2 Ekim’de MHP’nin de alanlara çıkmaya hazırlanması bu yıl kış aylarının sıcak geçeceğinin bir diğer göstergesi olmalıdır.

Yorumlar kapatıldı.