İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Papa’nın askerleri Ayasofya’da dansöz oynatıp katır kesmişlerdi

Murat BARDAKÇI

Vatikan’ın İstanbul temsilcisi Georges Marovitch’in ‘Papa, Ayasofya’da iki saniye diz çöksün, ne olacak?’ demesi üzerine, 1500 yaşındaki mabedi tartışmaya başladık ama konunun hem Ayasofya’yı, hem de Vatikan’ı ilgilendiren diğer tarafını pek hatırlamadık: Bir başka Papa’nın, Üçüncü Innocent’in bundan asırlarca önce ‘kutsal toprakları fethetmek’ maksadıyla kutsayıp sefere gönderdiği Katolik Haçlı askerlerin Ayasofya’da kürsüye fahişeleri çıkartıp şarkılar söyleterek raksettirmelerini, Hazreti İsa’yı tasvir eden mozaiklerin önünde katır kesmelerini ve nihayet Ayasofya’yı bir güzel yağmalamalarını…

Ben bu yüzden, Papa 16. Benedikt’in İstanbul’a geldiği takdirde Ayasofya’da birkaç saniye değil, birkaç saat diz çökmesinden ve Katolik askerlerin 1204’te işledikleri büyük günahın affı için dua etmesinden yanayım.

VATİKAN’ın İstanbul temsilcisi Georges Marovitch’in Tempo Dergisi’ne verdiği demeçte ‘Papa, Ayasofya’da iki saniye diz çöksün, ne olacak?’ demesi üzerine bir Ayasofya tartışmasıdır başladı. Günlerden buyana Papa, Ayasofya, dua, namaz, kilise ve cami kavramlarını birarada işitiyoruz.

Ortodoks dünyasının en kutsal mekánı olan Ayasofya, Katoliklerle Ortodokslar arasında son senelerde giderek artan yakınlaşma üzerine artık Vatikan’ın da gündemine girdi. Şimdi, Papa’nın dua edip etmemesini tartıştığımız 15 asırlık mekánda bundan asırlarca önce bir başka Papa’nın ‘kutsal toprakları fethetmek’ maksadıyla kutsayıp sefere gönderdiği Katolik askerlerin, yani Haçlılar’ın büyük rezaletler yarattıklarını, hattá mihraba çıkarttıkları fahişelere şarkılar söyletip dansettirdiklerini acaba bilir misiniz?

İşte, Ayasofya dışında başka hiçbir mábedin başına gelmeyen bu büyük rezaletin kısa öyküsü…

Haçlı Seferleri başlayalı neredeyse bir asır olmuş, Ortadoğu’nun altı üstüne gelmiş ve Seláhaddin-i Eyyubi’nin 1189’da Kudüs’ü fethetmesi üzerine Hristiyan dünyası şaşkın düşmüştü. 1200’lerin başında, zamanın Papa’sı Üçüncü Innocent’in teşvikiyle yeni bir Haçlı ordusu toplandı, Dördüncü Haçlı Seferi’ne girişildi ve askerler Venedik gemileriyle İstanbul civarına taşındılar. Önceden yapılan planlara göre burada fazla kalmayacak ve Kudüs’ü kurtarmak için hemen yola koyulacaklardı.

GİTMEYE ÜŞENDİLER

Ama, işler Papa’nın ve Hristiyan dünyasını galeyana getirenlerin beklediği şekilde olmadı; Bizans’ın yani İstanbul’un zenginliği o zamanın fakir Avrupası’nın dört bir yanından toparlanmış olan askerlerin gözlerini kamaştırdı ve Kudüs yerine Bizans’ı almayı tercih ettiler! Taht mücadeleleri yüzünden zaten bitkin düşmüş halde bulunan Bizans saldırılara dayanamadı, 1204’ün 12 Temmuz günü Haçlı ordusunun eline geçti, İstanbul’da yarım asır boyunca devam edecek olan bir Latin hákimiyeti kuruldu ve şehir, tarihin en büyük yağmalarından birine sahne oldu.

Haçlılar, işe evleri yağmalamakla başladılar. Yağmaya şahit olan Villehardouinli Geoffrey isimli tarihçi, ‘Askerler elbiselerinin üzerine işlenmiş olan haçın mánásını unuttular, kasaplığa ve kundakçılığa giriştiler. Evler ateşe verildi, saraylarla resmi binalar tamamen soyuldu. Erkekler öldürüldü, kadınlar tecavüze uğradı, en kıymetsiz eşyalar, hattá köylülerin gömlekleri bile yağmalandı’ diye yazacaktı.

Binaların soyulup soğana çevrilmesinden sonra, sıra zamanın en büyük mábedi olan Ayasofya’ya geldi ve Ayasofya sadece yağmalanmakla kalmadı, tam bir rezalete sahne oldu. Askerler kiliseye katırlarla ve Fransız bir fahişeyle beraber girdiler. Katırlar yağmalanacak kutsal eşyalar, fahişe de içeride yapılacak álem içindi.

SÜTUNLARI KIRDILAR

Yağma, sadece birkaç dakika sürdü. İşe duvarlardaki kaplamalardan başlandı, Hazreti İsa’nın havarileriyle Hazreti Meryem’e ait olduğuna inanılan eşyalar, meselá İsa’nın çarmıha gerilmesinde kullanıldığı söylenen kutsal çivilerden biri ile peygamberin başına takılan dikenli taç, altın ve gümüş haçlar ve kıymetli madenlerden yapılmış ne varsa katırlara yüklendi. Kilisede bir taraflara saklanmış olan rahiplerin karınları deşilirken, rahibeler tecavüze uğradı. Talana yetişemeyen Katolik askerler ise Ayasofya’nın şifalı olduğu, böbrek ve göğüs ağrılarına iyi geldiği söylenen sütunlarından parçalar kopartmaya giriştiler. Yüklenen eşyaların ağırlığı altında hareket edemez hale gelip oldukları yere yıkılan katırlar da kılıçlarla parça parça edildi.

Kilisede ne var ne yok götürüldükten sonra, sıra eğlenceye geldi ve Papa’nın askerlerinin beraberindeki Fransız fahişe, Ortodoks Patriği’nin birkaç gün öncesine kadar vaaz verdiği kürsüye çıkıp açık saçık şarkılar okumaya ve müstehcen bir raksa başladı. Askerler, o sırada fıçılar dolusu şarabı içmekle meşguldüler. Bizanslı tarihçiler yağmadan ziyade bu saygısızlığa içerleyecekler ve bu tarihçilerden biri olan Niketas, daha sonra ‘Kudüs’teki Kutsal Mezar’ın intikamını almak bahanesi ile harekete geçenler altın ve gümüş uğruna haçın üzerinde tepinmekten çekinmediler’ diye yazacaktı.

İstanbul, bu yağmadan sonra Bizans’ın yerini alan ‘Latin İmparatorluğu’nun başkenti oldu ve şehrin üzerine çöken kábus tam 57 sene devam etti. Bizans İmparatoru Sekizinci Mihail Paleolog, İstanbul’u 1261’de geri aldığı zaman baştan aşağı yağmalanmış bir şehirle karşılaştı. Haçlılar herşeyi toparlayıp götürmüş, İtalya’da ve Fransa’da fahiş fiyatlarla satmışlardı.

ÇOĞU VATİKAN’DA

Yağmalanan eşyaların bir kısmı zaman içinde kaybolurken, bir kısmı da Vatikan’da ve diğer büyük dini merkezlerde koruma altına alındı. Hipodrom’daki heykeller, azizlerin kemikleri, Hazreti İsa’ya ait olduğuna inanılan ve bugün Torino’da olan kefen ile Venedik’teki San Marko Meydanı’ndaki kilisede muhafaza edilen dört adet at heykeli de gidenler arasındaydı. Bizanslılar, 1204’teki bu feláketi hiç unutmayacaklar ve sonraki asırlardaki Türk ilerleyişi karşısında Katolik dünyasından yardım istemek yerine ‘Ayasofya’da kardinal küláhını görmektense, Müslüman sarığını tercih ederiz’ diyeceklerdi.

İşte, Vatikan’ın İstanbul temsilcisi olan aziz dostum Georges Marovitch’in ‘Ayasofya’da iki saniye diz çökmesi’ temennisinde bulunduğu Papa 16. Benedikt’in bundan sekiz asır önceki selefinin kutsadığı askerler, Ayasofya’da tarihlere geçen böyle bir rezalet yaratmışlardı. Ben bu yüzden, Papa’nın İstanbul’a geldiği takdirde Ayasofya’da birkaç saniye değil, birkaç saat diz çökmesinden ve Katolik askerlerin 1204’te işledikleri büyük günahın affı için dua etmesinden yanayım.

Karaköy’deki Korkutan pankartın hikáyesini bir de benden dinleyin

HAFTA içinde, Karaköy’deki PTT binasına asılan üzeri Arapça yazılı pankart, örgüt işi zannedildi. Daha sonra, ‘İstanbul Yaya Sergileri’ programı uyarınca asıldığı, yazıların Arapça değil eski Türkçe oldukları ve üzerlerinde ‘Gel keyfim gel’ ile ‘Bu da geçer Yáhu’ ifadelerinin yeraldığı anlaşıldı. Yazılar, 1940’lı senelerin en büyük hattatlarından olan Halim Özyazıcı ile İsmail Hakkı Altunbezer’in eserlerinin kopyalarıydı.

Hattın şimdi hayatta bulunmayan bu her iki üstadına da hayran olmama ve bazı eserlerine sahip bulunmama rağmen, artık pek kimselerin anlayamayacağı, üstelik geleneksel istif kurallarına da hiçbir şekilde uymayan böyle koskoca bir pankartın Karaköy Meydanı’na asılması bana pek bir garip geldi. ‘Tuhaf bir zevk, anlaşılmaz bir mantık’ diye düşündüm ama pankarttaki ifadelerden birinin, ‘Bu da geçer Yáhu’ sözünün az bilinen geçmişini anlatmak istedim.

Sözkonusu ifade, bin küsur seneden beri milletten millete, kültürden kültüre ve nesilden nesile devam edegelen ve üç ayrı dilde de kullanılmış olan folklorik bir tábirdir.

‘Bu da geçer Yáhu’ sözünün aslı bundan bin küsur sene önceye, Bizans dönemine uzanır. Bizanslılar, fena bir işe uğradıkları zaman ‘Bu da geçer’ mánásına gelen ‘K’afto ta perasi’ demektedirler. İbáre, Selçuklular zamanında İran taraflarına geçer ama Farsçalaşıp ‘İn niz beguzered’ olur; Osmanlılar devrinde Türkçe söylenip ‘Bu da geçer’ yapılır. Derken, tekkelerde ve dergáhlarda da benimsenir ve sonuna ‘Ya Allah’ mánásına gelen bir ‘Yáhu’ iláve edilip ‘Bu da geçer Yáhu’ haline gelir.

Bu sayfadaki hat fotoğrafında, Bizans’tan itibaren várolan bu kavramın üç dilde birden ve ilk defa káğıda geçirilmiş hálini görüyorsunuz. Türk hat sanatının yaşayan en büyük üstádı kabul edilen Prof. Dr. Ali Alparslan’ın eseri olan hat levhasının üst kısmında Rumca ‘K’afto ta perasi’ sözü, bunun altındaki iki satırda da ‘İn niz beguzered’ ve ‘Bu da geçer Yáhu’ ifadeleri birbirlerinin içine geçmiş vaziyette yeralıyor.

Üstad Ali Bey’in son eserlerinden biri olan bu levha, hat kolleksiyonumun en nadir parçalarından birini teşkil ediyor.

Yorumlar kapatıldı.