İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Ermeni Konferansı, Ofer ve Ata Türk

Ayhan Bilgen

‘Sivil’ emekli subay derneklerinin fiilen engelleyeceklerini ilan ettikleri malum konferans, yargıya takıldı. Yargının olağanüstüleştiği bir ülkede, çok da yadırganmayacak bir örnekle yüzleştik. Bir grup hukuk derneğinin başvurusu üzerine, itiraz edilemeyecek bir tebliğ zamanlaması ile itiraz yolu engellendi. Bu durum Dışişleri Bakanlığı’nın ifade ettiği gibi, bir milletin kendi kendine engel olması mı, yoksa devlet adına birilerinin milletin önünü kesmesi midir? Yukarılarda ciddi çatlakların olduğu her olayla bir kez daha görülmektedir. Konunun bir başka ilginç tarafı ise, rektörlerin konuyla ilgili ifadeleridir. ‘Bu karar, üniversitelerin ne derece akademik özgürlüğe sahip olup olmadığının göstergesidir’ açıklaması, üzerinde durulmaya değer sözlerdir.

Sanki üniversitelerde özerk bir ortam varmış da, bu olayla zedelenmiş gibi bir hava oluşturmak, rektörün yaklaşımını göstermektedir. Oysa toplumun birçok kesimiyle ilgili yasaklar yoluyla mağduriyetler üreten Türkiye üniversite yönetim yapısı, bu kez de yargı marifetiyle özgürlükçü olmayan pozisyonunu pekiştirmiş ve gözler önüne sermiştir. Aksi halde toplantı yapılabilseydi üniversitelerimizin özgür akademik ortama sahip olduğunu mu ifade edecektik?

Türkiye’nin dünyanın birçok ezilen sömürülen ülkesi gibi, makasın iki ağzı arasına sıkıştırıldığı çok açıktır. Bir tarafta ulusalcılık adı altında statükoyu korumaya çalışan bürokratik oligarşi, öbür tarafta serbest piyasa ve özgürlükler adına her yeri tekeline almaya çalışan küresel sermaye hareketleri, Ermeni Konferansı ile ilgili süreç nasıl ulusalcı çevrelerin bir dayatmasını ortaya koyuyorsa, bazı özelleştirme girişimleri de küresel dayatmanın gövde gösterisini sergiliyor. Çok yüksek bedeller ödemeyi göze alarak, başta medya olmak üzere birçok sektörde etkinlik sağlayacağının sinyallerini veren Ofer Grubu, hükümet tarafından memnuniyetle karşılanan girişimlerde bulunmaktadır. Dünyanın birçok liberal ülkesinin sosyal politikaları yeniden gündemine aldığı ve özelleştirme konusunda sıkı politikalar geliştirdiği bir ortamda, ‘alan memnun satan memnun’ anlayışıyla yürütülen özelleştirme politikaları, ciddi bir tehdit riskini de beraberinde taşımaktadır. Hiçbir ciddi stratejiye dayanmayan ve ‘satmayalım da millete zararın faturasını mı ödetelim’ yaklaşımından öteye gitmeyen açıklamalar, endişelere cevap verecek nitelikten uzaktır. Özellikle ekonomik durumu zayıf Doğu Avrupa ülkelerinin ve Fransa gibi küreselleşme karşıtı hareketlerin etkin olduğu ülkelerin, hangi kaygılarla tedbirler geliştirdiklerini görmezlikten gelemeyiz. Sorunu özelleştirme yanlısı ya da karşıtı olmanın ötesinde bir analizle ele almak zorundayız.

Ermeni sorunundan özelleştirmelere kadar hiçbir şeyi doğru düzgün tartışamayan Türkiye, kendisine yönelen asıl tehditi de görmemekte inat etmektedir. Yasaklar, yolsuzluk ve yoksulluk kadar toplumsal refah ve barışı tehdit eden bir başka konu, tüketim kültüründen beslenen yozlaşmadır. 12 Eylül politikalarının teşvik ettiği güya muhafazakar partilerin de görmezlikten geldiği bu yozlaşma, her gün yeni bir kurbanla gündemimize girip çok hızlı biçimde geri çıkmaktadır. Cenazesi bile medya sayesinde kadınların büyük ilgisine mazhar olan Ata Türk’ün şehit olup olmadığını tartıştık. Ama kurban olup olmadığını unuttuk. Timsahın gözyaşları gibi magazin programları ile saat dolduran televizyonların günah çıkartma seansları, sorunun çözümüne katkı sunmaktan uzaktır. Şöhret hastalığının aile tarafından da memnuniyetle karşılandığı televizyon programlarına on binlerce insanı kilitlerken, aklımıza gelmeyenleri şimdi itiraf ediyoruz. Aslında çocuğuna Ata Türk ismini verebilmek için yargı hilesini bile kullanmaktan çekinmeyen bir ailenin dramı, bir sistemin iflasının da göstergesidir.

Yaşadığımız hayatın, karşılaştığımız sorunların muhasebesini yapmak ve yasaklardan özelleştirmelere, uyuşturucu kullanımına şu soruyu acımasızca cevaplamak zorundayız ; ‘Kurban biziz. Acaba katil de mi?’

Yorumlar kapatıldı.