İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Doğu Ermenicesi Kursu ve İyi Dostlar…

KGB’ye, ücretsiz ve yoğunlaştırılmış Doğu Ermenicesi kursu, başka türlü hiçbir şekilde erişemeyeceğim bir etnografik çalışma imkanı verdiği ve çok iyi dostlar edinmeme vesile oldukları için teşekkür ederim. Bu deneyim dostluğa, diyaloga katkı da bulunsun.


——————————————————————————–

Agos

24/09/2005 Yektan TÜRKYILMAZ

——————————————————————————–

BİA (İstanbul) – Gözaltına almışımdan 10 saat sonra, sonradan Amiryan Caddesi üzerinde olup, Kaghakayin KGB (Şu anki resmi adı Ulusal Güvenlik Servisi ama hem kurumun çalışanları halen bu adla anılmak istiyorlar halk da zaten öyle tanıyor) olarak adlandırılan binadaydım.

Yanıma 50-55 yaşlarında bir KGB görevlisi yaklaştı (Sanırım o ana kadar benle konuşan en üst düzey KGB yetkilisiydi), kısa bir tanışma ve genel “sohbetten” sonra, “Biliyorsun artık Azerbaycan’la ateşkesimiz sonlandı, biz nereden bileceğiz senin Türkler hesabına çalışmadığını, kitaplar hiç önemli değil, bu noktayı aydınlatmamız gerek” dedi.

Ben de benim korkacağım birşey olmadığını söyleyip bana ne yapacaklarını sordum, “bizde kalacaksın” dedi, “bizim evde değil tabii hapiste, hücrede. Ayrıca madem korkacağın bir şey yok her şeyi müfettişe bütün açıklığıyla anlat.” “Müfettiş de kim?” diye sorduğumda “demin ifadeni alan kişi,” dedi.

Zaten çok geçmeden akşam saat 7:00 civarı kitaplarım ekspertizden gelince beni iki kişi bir arabaya bindirdi. İki ay “misafir” kalacağım ikametgaha doğru yola çıktık. Bu arada şu notu da düşeyim ki kitapları karpuz misali savurur türden doldurdular bavula ve artanları da naylon torbalara, torbalar yırtılıyor kitaplar dökülüyor, ciltler parçalanıyor, kimsenin umurunda değil.

Kısa süre içerisinde Nalbandyan Caddesi üzerinde bulunan malum KGB binasına garaj kapısından girdik, çok sayıda SS 02 plakalı arabanın park etmiş olduğu bir avluya ulaştık. İndik, kitapların ve eşyaların bir kısmım da bana verdiler taşıyayım diye. Asansöre binip 4. kat düğmesine basıldı, anlamadığım bir sebeple 4. katta asansörden çıktıktan sonra merdivenler vasıtasıyla bu kez bir kat aşağıya indik. Eşyaların hepsini bir odaya yerleştirdik.

“Hapishanelerimiz Türk zindanlarına benzemez”

Bana bir avukat “atanıp”, bir kez daha ifadem alındıktan sonra kavurucu Yerevan yazının en sıcak iki ayını geçireceğim birinci kata indirilme zamanım gelmişti. Müfettiş telefonla birilerini çağırdı, sonra hücrelerden bahsetmeye başladı, “endişelenme, bizim hapishanelerimiz Türk zindanlarına benzemez,ihtiyacın olan her şey mevcut, ayrıca herhangi bir kötü muamele olmaz” dedi.

5-10 dakika sonra siyasi üniformalı biri geldi beni “teslim” almaya. Müfettişle vedalaştım. Ben önde, gardiyan arkada asansöre doğru yöneldik. Önce küçücük bir odaya koydular beni. Birkaç dakikaya kalmadan birkaç görevli geldi. Üzerimdeki bütün giysiler çıkarıldı. İnce ince her şeyi aradılar üzerimdeki eşyaların ve paraların hepsini aldılar, sadece geriye bir paket sigara ve bir çakmak kaldı. Sonradan karantina hücresi olduğunu öğrendiğim yere götürüldüm.

Karantina hücresi 2x4m bir oda. Duvarı yarıya kadar örülü bir tuvalet, bir lavabo küçük iki pencere ve iki demir yatak. Bana bir battaniye ve çok ince bir döşek verdiler. Duvarda tutukluların hak ve yükümlülüklerinin yazılı olduğu bir levha asılı. Yatakta bu levhayı okurken uyuyakalmışım. 45 saattir bir an bile gözlerimi kapatamamıştım!

Cumartesi sabahı erkenden zil sesiyle uyandım. Çok geçmeden kahvaltı geldi. Ben ne yapacağımı bilemeden kahvaltı için akşam bana verilen kabı mazgaldan dışarı uzattım. Gardiyan büyük bir kazandan iki kepçe kaynamış ve tanımlayamadığım bir yağ eklenmiş buğday doldurdu. Ayrıca çay da verdi.

Buğdayın tadına hiç bakmadım, hemen tuvalete döktüm. Ama bir bardak sıcak çaya direnebilecek gücüm yoktu, boğazım kupkuruydu. Çaya bana verdikleri yarısı siyah, yarısı beyaz toz şekeri (daha çok beyazlarından seçerek eledikten sonra) sabırsızlıkla yudumlamaya başladım. Ama çayda bir gariplik vardı, çaydan çok sıcak turşu suyu tadındaydı. Ekşi, buruk. Aldırmadım, sıcaklığı yüzü suyu hürmetine içtim.

Aradan bir saat geçmeden bu sefer kapı tümden açıldı. Gardiyan “her şeyini topla, çabuk” dedi. Acaba beni serbest mi bırakacaklar diye heveslendim. Çok geçmeden umudumun yersiz olduğunu anladım. Beni bir başka, daha büyük hücreye götürdüler, KGB’nin 28 nolu hücresine ki tutukluluğumun sonuna kadar orada kaldım.

“Sen neden geldin?”

Burada çok kibar beyefendi, tertemiz Ermenice konuşan biri vardı. Adı Ara Bostanciyan. Kendisi benim bir ay boyunca hücre arkadaşım oldu. Ermenistan’ın ileri gelen ailelerinden birinden, ekonomik bir suçlamayla gelmiş. 10 aydır mahkeme ve sorgu olmadan hücrede kalıyordu. Bana hapishane adabını öğreten o oldu.

Nasıl oturulur, kalkılır, yemek yenilir, tuvalet nasıl kullanılır, gardiyanlarla nasıl konuşulur. Ayrıca yargılama süreci, sorgu vs her şeyi bana o anlattı. Çok müteşekkirim kendisine. Ara bana hücrenin oranın en temiz en iyi hücresi olduğunu, bu yüzden beni oraya getirdiklerini sandığını söyledi. Bu arada kendisinin medeni ve eğitimli birisi olması da önemliydi bence. Daha sonraki iki hücre arkadaşım da üniversite mezunu ve üst düzey konumlarda çalışan kişilerdi.

Hücre 4×5 metre gibiydi. Tuvalet ve lavabo diğer hücredekinin tıpkısıydı, 5 yatak vardı ama sadece 3 tanesi dizilmişti. Odanın iki orta büyüklükteki penceresi güneye bakıyordu. Benim yatağım ortada olanıydı. Bu arada duvar tarafında biri kapının üzerinde, diğeri ise duvarın orta noktasına isabet eden iki gözetleme deliği vardı. Gardiyanlar periyodik olarak bu delikten bakıp içeride neler olup bittiğini denetliyorlardı.

İlk başlarda anlayamıyordum ne zaman baktıklarını, sonraları kulağım alıştı gözetleme deliklerinin kapaklarının kalktığı anda çıkan gıcırtıya. Hiç bakmadan fark edebiliyordum. Hücre arkadaşıyla tanışmaya müteakip ilk konu tabii ki, “Sen neden geldin?” oluyor. Tabii bu soruyu ilk sorma hakkı kıdemli olanın. Ben Ara’ya kim olduğumu söyler söylemez o anladı zaten, radyoda dinlemiş ve bir anda bastı kahkahayı. “Demek sendin bizim kaldırım üstlerinde satılan ‘kültürel’ değerlerimizi kaçırmaya çalışan” dedi.

Sonra bana hangi maddeyle suçlandığımı sordu.Açıkçası hiçbir fikrim yoktu. “Bunu iyi öğren,” dedi, “hem maddeyi hem de paragrafı.” Açıkçası kendimi en zayıf hissettiğim nokta yargılama prosedürü idi.

Bırakın Ermenistan’ı, Türkiye’de bile bu işler nasıl yürür hiç bilmem. Ara bana sabırla anlatmaya başladı hem legal yargılama teorisini hem de ona göre beni niçin yakalamış ve oraya getirmiş olabileceklerini. Ve ilk kez o an tanıştım “beyaz kaplı” Kreagan Orenskirk (Ceza Kanunu Kitabı) ile. Bu derin sohbetler içerisinde Ermenice kelime dağarcığıma daha önce hiçbir şekilde duymadığım sözcükler eklendi, Ghapanman Michots, Dukank, veraknniç tadaran, meghmachutsits hankamank vb. Tüm bu sohbetler esnasında tabii ki çaylar, kahveler hazırdı hep.

Ara yalnız çok kibar değil aynı zamanda misafirperverdi de. Isıtıcı olarak “Chorisbirdi Odjakh” (Kuru İspirto Ocağı) kullanılıyordu. Berbat kokusu olan büyükçe bir hapa benzeyen tebeşir katılığında bir malzemeydi bu. Ara hayvan dışkısından mamul edildiğini söyledi.

Odada pek bir eksik yok gibiydi. Kap kacak, plastik çatal bıçak, süpürge, temizlik malzemeleri vs. Ne var ki oda içinde priz yoktu, ayrıca pilli herhangi bir şeyin odaya girmesi kesinlikle yasak. Saat de öyle. En büyük problemimiz ise Yerevan’ın kavurucu sıcağında yiyecekleri, özellikle de süt mamullerini, uzun süre saklayabilmek.

Bunun için büyük kaplara musluktan akan buz gibi suyu doldurup, sıkıca sarılmış yiyecekleri suyun içine bırakıyorduk. Her saat başı suyu değiştiriyorduk. Açıkçası işe yarıyordu. Yoğurdu 2-3 gün, tereyağı 7-10 gün kuru peyniri ise 3 haftadan fazla koruyabiliyorduk bu şekilde. Tabii hapishane koşullarında insan dışarıda hiç aklının ucundan geçmeyecek ama çok faydalı şeyler öğreniyor (mecburen).

Örneğin besinler nasıl saklanmalı, üzüm, muz asılacak, domates ve yumuşak meyvalar sivri tarafı yukarı gelecek biçimde bezel kurutulup dizilecek, yeşillikler suyu kurulandıktan sonra gazete kağıdına sarılacak, lavaş her gün havalandırılıp tekrar torbasına konulacak vs. Ayrıca dayanmayacağı için dışarıdan hiç istenmemesi gereken yiyecekler de vardı, mesela ayran, kaynamış veya ızgara et vb.

Ayrıca temizliğe çok dikkat ediyorduk. Hayatım boyunca hiçbir zaman hücredeki kadar çok elimi yıkadığımı hatırlamıyordum. Abartısız günde 30-40 defa eller yıkanıyordu. Hiçbir yiyeceğe önce el yıkanmada dokunulmuyordu, veya kuru ispirtoya el değdikten sonra mutlaka el yıkanacak vs. Ara gerçekten çok titizdi.

Hapishanede günlük faaliyetlerin kronolojik akışı şöyle idi. Saat 8’de “zaftrek” (kahvaltı), 9-10 arası abhod (visit) o günkü gardiyanın şefi hücreleri gezip şikayetleri ve talepleri öğreniyor. Saat ikide “abet” yani öğle yemeği, aksam 8’de ise “uji” yani akşam yemeği. Sabah kahvaltısı, yukarıda da belirttiğim gibi, hep kaynamış buğday ve içinde garip bir yağ, yanına ekşimtrak bir çay, öğle yemeği genelde çorba, akşam yemeği ise ya haşlanmış patates, ya pilav veya benzer basit yiyecekler.

Zehirlenme korkusu

Yiyeceklerin iyi olduğunu söylemek mümkün değil ama diğer kişiler başka hapishanelere göre çok çok iyi olduğunu söylüyorlardı. Bana yiyeceklerimi ve genel ihtiyaç duyduğum şeyleri arkadaşım Daniel getiriyordu, hiçbir zaman onların verdikleri yiyecekleri yemedim. Buna Ara da vesile oldu. “Buradaki yemekle beslenenler hemen çöküyorlar, 30 yaşındakiler 60’lık gibi gösteriyorlar” diyordu.

Bana pişmiş sulu yemek gelmesi yasaktı, diğer kişilere geldiğini biliyorum. Sanırım zehirlenmemden korkuyorlardı. Ayrıca bana gelen eşyaları çok titizlikle incelediklerini biliyorum. Ve çoğu zaman zorluk çıkardıklarını. Bu arada bir noktayı daha ekleyeyim yukarda da fark edilebileceği gibi hapishanede veya genel olarak KGB’de halen jargon, terminoloji Rusça, müffettişler Rusça eğitimli, duvardaki haritalar Sovyet haritaları, kütüphanedeki kitapların yüzde 80’i Rusça. Yani KGB Sovyet döneminde dönmüş bir kurum.

Sabahlan genelde saat 7’de kalk zili çaldığında uyanıyorduk. Bu zille beraber radyo bağlantımız da başlıyordu. Radyo tutuklunun her şeyi idi. Dışarıdaki hayatla en sürekli bağı, temel haber kaynağı. Radyo tek kanaldı, Hanrayin Radyo, yani devlet radyosu. Ama aklınıza “sahibin sesi” bir medya kurumu gelmesin, hükümet taraftarı yayınlar olmakla beraber çok eleştirel programlar, haberler de yer alıyordu yayın akışı içerisinde.

Ayrıca her akşam saat 7 ile 8 arası Radyo Azadutyun yayına başlıyordu. Bu ikincisi çok ama çok kaliteli bir haber kanalıydı. Benimle ilgili haberlere çok sıklıkla yer veriyor ve tutuklanmamı açıktan ve sert bir üslupla eleştiriyordu. İlginç bir şekilde devlet radyosunda da beni destekler türden yayınlar oluyordu.

Gerçi Ara ilk gün benimle ilgili dinleyicilerin kafasını çok karıştıracak şeyler söylendiğini aktarmıştı bana. Başkalarından da duyduğuma göre başta benim “geleneksel partilere ait (siz Taşnaksutyun anlayın ki şu an hükümet ortağı ve aşırı milliyetçi bir çizgiye sahip) program ve dergileri Türkiye’ye kaçırırken yakalandığım” duyurulmuş.

Bunu dinleyenlerin nasıl bir mesaj alacakları malum tabii. Ben Ara’ya hep sıradan insanların benim hakkımda ne düşünüyor olabileceklerini soruyordum. O da “büyük çoğunluğu ilgilenmez, Türk’müş, bir halt karıştırmıştır ne yaparlarsa yapsınlar derler. Biraz ilgilenenler ise şu an senin ajan olduğun kanısındadırlar ama işin öyle olmadığı anlaşılınca sana yapılanın haksızlık olduğunu düşünebilirler” diyordu.

Bu arada radyoda benimle ilgili çıkan her haber en ince detayına kadar derinlemesine analiz ediliyordu hücrede. Bizi en çok sevindiren 3-4. gün arşiv Müdürü Amatuni Virabian’ın konuşması olmuştu. Ara hazırlan “seni bırakacaklar,” diyordu bana. Virabian o kadar kesin bir şekilde bana destek veriyor ve benim suçsuzluğumu vurguluyordu ki, Ara’nın söylediğine inanmamak mümkün değildi, ama maalesef! Bu arada benimle ilgili Tiflis Türk büyükelçiliğinin Ermenistan elçisine nota verdiği haberi verildi. “Bunun nasıl etkisi olur kestirmek zor,” diyordu Ara.

Radyo başlıca eğlence

Zaman içerisinde radyo programının akışını en ince detayına kadar ezberliyorsunuz. Radyonun bir işlevi de zamanı ölçmesi. Buçuklara, çeyrek kalalara kadar anlayabiliyorduk zamanı, radyo programına göre. (Bu arada ben ancak saat 12:00-20:00 arası kullanılabilen bir güneş saati de yapmıştım.) Radyo sadece haber veren, zaman ölçen bir cihaz değildi tabii ki, aynı zaman en önemli eğlence kaynağımızdı.

Radyo piyesleri, bilgi yarışmaları ve tabii ki en önemlisi müzik. Ben hep Pazar günleri öğlen saatlerini iple çekiyordum. “Joghovurtagan Yerker” programını. Harika yorumlarıyla Sovyet dönemi ses sanatçıları, halk türkülerini seslendiriyor. İnanılmaz güzel. Hele bir Dile Yaman veya Gomidas’ın Grung’ı çıktı mı dayanılmaz oluyordu. Bir de tabii hücrenin hapisliğin, hasretliğin haleti ruhiyesi üzerine dağlayıcı bir etki yapıyordu.

Her hafta sonu Ermenistan’ın Top 10 şarkısı açıklanıp çalınıyor. Çok ilginçtir ben orada olduğum sürece (60 gün) liste hiç değişmedi.

Ermenistan medyası Türkiye ile ilgili her şeye büyük ilgi gösteriyor. Radyo da buna dahil, o günün Recep Tayyip Erdoğan nerede kesin biliyorsunuz, veya Türkiye’de kayda değer bir gelişme olduğunda hemen haberlerde duyuruluyor. Ermeni sorunuyla ilgili olan gelişmelere gösterilen ilgiyi belirtmeye zaten gerek yok. Ben oradayken radyodan çok sıkça duyurulan bir durum ise Hrant Dink’e Türk ulusunun manevi şahsiyetine hakaretten dava açılması olayı idi.

Defalarca bu konuda haber yapıldı. Ben iki kere Hrant abinin röportajını dinledim. İkinci röportajda benim davama değindi. Çok duygulandım ve benimle ilgili Ermenistan’da kamuoyu oluşmasında çok etkili oldu.

Gardiyanların bana yaklaşımı başta epey şüpheci idi. Her seferinde bana Ermenice biliyor musun? Nerede öğrendin? diye soruyorlardı. Ayrıca onlar için çok önemli olan gerçekte benim etnik kökenimin ne olduğu idi. Yine başlarda eğer bir şey isteyecek olsalar hücreden hep Ara’dan istiyorlardı. Benimle mesafelerini korumak babından. Daha sonra alıştılar. Asık suratlar yumuşadı. Düşmanca bakışlar son buldu. Hatta altıncı haftadan sonra ben belki de KGB hapishanesinde her anlamda en iyi muamele gören kişi oldum.

Gardiyanların yaklaşımları oldukça sıcaklaştı. Taleplerimi daha fazla ciddiye almaya başladılar. Ve mahkeme zamanı bazıları bana benim için dua ettiklerini söylüyorlardı. Çoğu zaman dalga geçiyorlardı benim kitap bahane edilerek tutuklanmamla. Hiç unutamayacağım bir anı ise Ara gardiyanlardan birine AZG gazetesinde benimle ilgili çıkan haberi gösterip “görüyor musun yine yazı çıkmış Yektan hakkında,” deyince, gardiyan hiç tereddütsüz “o kadar yazı yazacaklarına çocuğu serbest bıraksınlar,” deyiverdi.

Söz gazetelerden açılmışken şunu da ekleyeyim hafta içleri hücreye üç gazete geliyordu, resmi çizgideki Hayasdani Hanrabedutyun, sağdaki Hayots Ashkharh, son olarak bunlar arasında tek okunabilecek gazete, liberal (Ramgavar) çizgideki Azg.

Hücrenin kıdemlisi

Benim hapishanede tam birinci ayımın dolduğu gün Ara’yı götürdüler, başka bir tutukevine. Artık hücrede yalnızdım. Ara giderken bana yatağımı duvar kenarındakiyle değiştirmemi tavsiye etti bir de “Sana hapis hayatıyla ilgili anlattıklarımı sakın unutma” dedi. O da benden bir hafta sonra bir yıllık tutukluluk suresi dolup mahkemeye çıkarılmadığı için serbest bırakıldı. Tabii ki dışarıda görüştük uzun uzun dertleştik!

Artık hücre bana emanetti ve buranın en kıdemlisi ben olmuştum. Biliyordum ki benim tek başıma kalmama izin vermeyecekler ve yeni tutuklular getireceklerdi. Çok uzun sürmedi ertesi gün Rusya’dan eski bir memur getirdiler, zimmetine para geçirmekten, bir iki gün sonra da yolsuzluktan başka birini. İkisi de düzgün kişilerdi. Özellikle sonradan gelen (Artür) insani yönleri çok kuvvetli biriydi. Şunu söyleyebilirim ki, (yetkililer buna dahil değil kesinlikle) bana hiçbir zaman yabancı muamelesi yapmadılar.

Ara’nın rolünü artık ben üstlenmiştim. Yeni gelenlere hapishane adabını ben anlatıyordum, yargılama prosedürü ile ilgili sorulan bana soruyor, akıl danışıyorlardı. Hatta yazacakları dilekçelerde hangi terimleri kullanacaklarına kadar benim fikrimi alıyorlardı. Gardiyanlar da artık koğuşla ilgili sorunlarda beni muhatap alıyorlardı. Garip bir duyguydu aslında bu, ister istemez insan alışıyor içinde bulunduğu ortama.

İkinci ay içerisinde özellikle Türkiye’deki dayanışma komitesinin organize ettiği açık mektup yayınlandıktan sonra, benimle ilgili haberlerde belirgin bir artış oldu. Biz tabii ki detaylı tahlil yapmaya devam ediyorduk. “Yakında çıkarsın,” diyorlardı ikisi de. Ben ise fazla umutlanmamak taraftarıydım. “Kendimi en kötüye alıştırayım iyisi olursa ne ala,” diyordum.

Bu arada Ayşe Gül ve Annem geldi ziyaretime. Benim için büyük moral kaynağı oldu bu ziyaretler. Annemle görüşmemin ertesi günü mahkemem başladı zaten. Hiç unutamayacağım bir ada mahkeme günleri Artür’ün benden önce uyanıp, o gün giyeceklerimi hazırlaması, saçımı kesmesi, limon suyundan jöle yapması ve hazırlığın her detayına yardımcı olmasıydı. Tabii duaları da eksik etmiyordu. En son gün “İnan Yektan kalbime doğuyor sen bugün buraya geri gelmeyeceksin,” dedi ve haklı çıktı.

Ne mutlu ki sevgili Artür de özgürlüğüne kavuştu ve ben Yerevan’dan ayrılırken havaalanında beni uğurlamaya gelenler arasındaydı.

Bu arada KGB’ye bir kaç hususta teşekkür ermeden geçemeyeceğim. Birincisi ücretsiz ve yoğunlaştırılmış Doğu Ermenicesi kursu için, gerçekten olağanüstü idi. İkincisi bana yani bir antropologa başka türlü hiçbir şekilde erişemeyeceğim bir etnografik çalışma imkanı sunduğu için ve son olarak çok ama çok iyi dostlar edinmeme vesile oldukları için.

Bu yazıyı okuyanlar hiç acısız, dertsiz bir 60 gün geçirdim sanabilir hücrede. Bu tabii ki doğru değil, ama ben artık bu sürecin bana kattıklarını hatırlamak istiyorum. Ve istiyorum ki bu deneyim de dostluğa, yapıcı ilişki ve diyaloga katkıda bulunsun.

Serbest kaldıktan sonra Yerevan’da birçok kişi beni sokakta gördüklerinde tanıyorlardı. Ne mutlu ki hiçbirinden düşmanca bir tavır görmedim. Hatta birçoğu sempati ile gülümsüyorlardı. Bazısı yaklaşıp davayla, benim görüşlerimle ilgili sorular soruyordu. İlginç bir şekilde davanın detay konularını bilen kişilere bile rastladım. Kısacası anladım ki bu süreçte dostlarımın sayısı arttı Ermenistan’da. Düşmanlara gelince onlara ayıracak pek zamanımız yok diye düşünüyorum şimdi! (YT/KÖ)

Yorumlar kapatıldı.