İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

ETYEN MAHÇUPYAN: Vatandaş devlet arıyor

Önümüzdeki salı Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi,
Türkiye’yi ilgilendiren bir karar alıyor. Yedikule Surp
Pırgiç Ermeni Hastanesi’nin 1943 ve 67 yıllarında bağış yoluyla
sahip olduğu; ancak Yargıtay kararı ile el konulan iki binasının iadesi
muhtemelen karara bağlanacak.

Aynı şekilde Fener Rum Erkek Lisesi Vakfı’nın 1950’li yıllarda bir
kısmını bağış yoluyla, diğer kısmını ise bizzat satın alarak elde
ettiği ve yine Yargıtay kararı sonucu müsadere edilmiş olan okul
binasının kaderi de belli olacak. ‘Mülkiyet hakkı ihlali ve
ayrımcılık’ nedeniyle yapılan başvurunun sonucu, Lozan’ı uygulamaktan
sistematik olarak kaçınan Türkiye’nin bu konuyu vatandaşlık
bağlamı içinde yeniden ele almak zorunda kalacağını ima ediyor.
Bu bağlamda vatandaşları arasında ayrım yapan bir devletin Avrupa
içindeki yerini de tartışmak durumunda olacağız. Hele
gayrimüslimlerin devlet baskısıyla hemen Lozan sonrasında kendi
‘ayrıcalıklarından’ feragat ederek ‘normal’ vatandaş olma talebinde
bulunmak zorunda bırakıldıkları dikkate alınırsa; devletin daha sonraki
tutumunu açıklamak daha da zorlaşacak…

Ama iş bununla bitmiyor… Çünkü gayrimüslim
vakıf mallarının bir ‘ganimet’ stratejisi içinde el
değiştirmesi, bugün hem yargıyı hem de yürütmeyi
gerçek bir yüzleşmeyle karşı karşıya bırakmakta. Bu ise
şimdiye kadar tüm tutarsızlıklarına ve vatandaş aleyhine
tutumlarına karşın kolladığımız ‘devlet’ erkinin, gerçekte nasıl
bir zihnî geleneğe dayandığını ortaya koyacak… Gayrimüslim
vakıfları meselesi öncelikle Türkiye’deki yargı
müessesesinin zihnî temelinin hukuk değil,
milliyetçilik olduğunu gösteriyor. Uluslararası hukuku
ulusal hukukun üzerine koyan Anayasa’nın 90. maddesi, bizler
için ‘laf olmasın’ diye oraya konmuş, misafir geldiğinde salona
çıkarılan bir biblo gibi. Böylece yargının en üst
makamı olan Yargıtay, Anayasa’yı ihlal etme pahasına
açıkça ‘milli çıkar’ mantığı güden ve milli
çıkarı da din tercihi üzerinden tanımlayan bir yaklaşım
sergileyebilmekte. Diğer bir deyişle bu vakıf malları o denli
‘özendirici’ ki, Yargıtay dosyalar önüne geldiğinde laik
kalmakta zorlanıp gayrimüslim vatandaşları diğerlerinden
ayırabiliyor. Dolayısıyla önümüzde hukuku yeniden
yargının temeli yapmak gibi önemli bir sorun var…

Öte yandan bu konu yürütme içinde de iki kanat
üretmiş gözüküyor. Bir tarafta süren davalarda
Türkiye’nin fazla tazminat ödemesini önlemek isteyen,
AB’ye uyum açısından gereksiz engelleri ortadan kaldırma peşinde
olan Dışişleri bulunmakta. Karşısında ise var olan müsadere
durumunu mümkün olduğunca uzatmak isteyen, elindeki rant
sitemini kaybetmemek için her şeyi yapan ve bu arada AB
sürecine ilişkin hiçbir kaygı taşımayan Vakıflar Genel
Müdürlüğü… Bunların hangisi hükümetin
zihniyetini taşıyor sizce? AKP’nin performansına baktığımızda
Dışişleri’nin söz konusu çekişmeden ‘galip’
çıkacağını sanabiliriz. Ama öyle olmuyor:
Hükümet, Vakıflar’ın ‘çekincelerini’ dikkate alarak bu
davalarda ‘dostane çözüm’ alternatifini reddediyor ve
böylece daha büyük bir tazminatı ödemeyi
kabulleniyor. Acaba niçin? Çünkü Vakıflar
‘dostane çözüm’ durumunda el konmuş olan diğer 900
mülkün de iade yolunun açılacağının farkında. Kısacası
devlet politikası bu konuda hükümeti kolaylıkla esir
alabilmekte ve gayrimeşru olarak müsadere ettiği mallara sımsıkı
sarılan bu bürokrasi, gerçekte vatandaşlık kavramını
yozlaştıranın bizzat kendisi olduğunu fark edememekte…

Ama korkunun ecele faydası yok. Bu mülkler er veya geç esas
sahiplerine geri verilecek ve devlet ürettiği mağduriyetin
bedelini vatandaşına ödeyecek. Bu süreç içinde
bizler de söz konusu ‘bürokrat’ın kafasını ve kalbini daha
yakından tanıyacağız…

Yorumlar kapatıldı.