İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Etnik çatışmayı önlemek


Bu sorun, bugüne kadar “bölgesel bir sorun” olarak, “bölgesel bir ekonomik azgelişmişlik sorunu” olarak, bir “terör sorunu” olarak ve “Kürt sorunu” olarak adlandırıldı. Bu adlandırmalar farklı, hatta birbirine zıt sorunu anlama ve çözüm üretme biçimlerini yarattılar. Sorunun nasıl adlandırılacağı, bugün bile siyasi bir tartışmayı ve mücadeleyi içeriyor





E. FUAT KEYMAN


Türkiye bugün 6-7 Eylül olaylarını bir kere daha yaşamak istemiyor. 1980 öncesi Çorum ve Maraş katliamlarını da bir kere daha yaşamak istemiyor. Fakat, bu ve buna benzer insan trajedilerinden hiç ders alınmamışçasına, bugün de karşımızda son dönemde Türkiye’nin farklı yerlerinde ortaya çıkan, linç girişimlerinden sokak çatışmalarına kadar farklı biçimlerde kendini gösteren bir “etnik çatışma” ortamı ve bu ortamın yaygınlaşması ve derinleşmesi korkusu var. İlginç ama aynı zamanda tehlikeli olarak, bu ortam 2000’li yıllarda Türkiye’nin demokratikleşme ve hak ve özgürlüklere dayalı modernleşme alanlarında önemli reformlar yaptığı bir tarihsel bağlamda oluşuyor. 1990’lı yıllar Türkiyesi’ni niteleyen krizlerin, çatışmaların, istikrarsızlıkların, siyasi ve ekonomik yozlaşmaların ve ahlâki çöküşlerin yarattığı bir “siyasal ve ekonomik çıkmaz” ve “demokrasi eksiği” durumundan farklı olarak, hem demokrasi hem de ekonomi alanında istikrar sağlamaya çalışan, Avrupa entegrasyon sürecinde 3 Ekim’de büyük bir olasılıkla tam üyelik müzakere sürecine başlayacak 2000’ler Türkiyesi’nde son dönemlerde gördüğümüz Türk-Kürt temelinde yaşanacak bir etnik çatışmaya doğru gidiş, karşımızda çok ciddi olarak düşünmemiz gereken ve etkin çözüm üretmek gerekliliğinde olduğumuz bir sorun olduğunu gözler önüne seriyor. Geçen hafta, Irak’ta Dicle nehri üzerinde yürüyen kalabalığın, canlı bomba söylentileri sonucunda içine girdiği panik durumunun bir anda 965 kişinin canına mal olması ve bizleri her biri bir dakika önce hayatta olan insanların giydikleri ucuz terliklerle dolmuş bir köprü görüntüsüyle bırakması, bize çatışma ortamlarının nasıl acımasız olduğunu, nasıl kısa bir süre içinde ciddi insani trajedileri yaratma potansiyeli taşıdığını gösteriyor. Türkiye, böyle bir çatışma durumuna, böyle bir günlük yaşam terörüne, böyle bir insan trajedisine sürüklenmemeli, 6-7 Eylülleri, Maraşları, Çorumları tekrardan yaşamamalı. Bunun için de, bugün toplumu, hem fiili hem de psikolojik olarak, güvensizlik, endişe ve belirsizlik durumuna itme riskini güçlendiren Kürt sorununu, bu sorunu çerçeveleyen milliyetçilik ideolojisini ve bu ideolojiden beslenen “kimlik siyasetini” ciddi olarak düşünmeli, tartışmalı, sorgulamalı ve alternatif çözüm üretme girişiminde olmalıyız.



Adlandırma siyaseti

Toplumsal sorunları adlandırmak son kertede siyasidir ve bir toplumsal sorunun nasıl adlandırıldığı o sorunun çözümü için geliştirilen mekanizmaların genel çerçevesini belirler. Bu anlamda da, siyaset bilimi içinde “adlandırma siyaseti” denilen bir literatür, bir çalışma alanı vardır. Özellikle II. Dünya Savaşı içinde Nazi faşizminin yarattığı Yahudi soykırımı ve Güney Afrika’da uzun yıllar hüküm süren ırkçı rejim, adlandırma siyaseti üzerine yapılan çalışmaların çokça kullandığı açıklayıcı ve örneksel toplumsal olgulardır. Türkiye’de yaşadığımız Ermeni sorunu bağlamında, özellikle Ermeni diasporik kimliğinin yürüttüğü siyaset anlayışı da, adlandırma siyasetine önemli bir örnektir.

Kürt sorunu dediğimiz toplumsal olgu içinde de, adlandırma siyaseti merkezi bir konumdadır. Bu sorun, bugüne kadar “bölgesel bir sorun” olarak, “bölgesel bir ekonomik azgelişmişlik sorunu” olarak, bir “terör sorunu” olarak ve “Kürt sorunu” olarak adlandırıldı. Bu adlandırmalar farklı, hatta birbirine zıt sorunu anlama ve çözüm üretme biçimlerini yarattılar. Sorunun nasıl adlandırılacağı, bugün bile siyasi bir tartışmayı ve mücadeleyi içeriyor. Bugün yaşadığımız, toplumsal alan içinde yaygınlaşma ve derinleşme tehlikesi içeren etnik çatışma riskini minimize etmek ya da ortadan kaldırmak için de, adlandırma önemli bir başlangıç noktası oluşturuyor.

Bu adlandırmalar arasında, “Kürt sorunu” adlandırmasının sosyolojik ve kuramsal olarak, diğerlerinden sorunun karmaşık yapısını daha kapsayıcı ve açıklayıcı bir nitelik taşıdığını düşünüyorum. Aynı zamanda, “Kürt sorunu” adlandırması, siyasi düzeyde de, daha etkin ve kalıcı çözüm üretme kapasitesine sahiptir. Evet, yaşanılan sorunun bölgesel, ekonomik azgelişmişliğe dayalı ve ciddi bir terör boyutu içeren nitelikleri vardır ve bu nitelikler hem sorunun anlaşılması hem de soruna çözüm üretme süreci içinde önemsenmelidir. Gerçekten de sorun, Türkiye’de farklı yerlerde yaşayan değil, Güneydoğu’da yaşayan Kürt kökenli insanlarımızın etrafında yoğunlaşıyor. Bu bölgenin ekonomik yapısı da ciddi bir azgelişmişlik, ciddi bir yoksulluk, fakirlik, eğitim, sağlık ve ulaşım gibi temel gereksinimlerden yoksunluk ve ülke ölçeğinde de ciddi bir bölgesel eşitsizlik niteliği gösteriyor. Bu bölgede yoğunlaşan ciddi terör sorunu, 1990’larda devlet ile PKK arasında “düşük yoğunluklu savaş” biçiminde yaşanmıştı, bugün de farklı bir biçimde ortaya çıkıyor. Tüm bu olgular sorunun çözümünün önemli kaynakları, anahtar kelimeleridir. Türkiye’de bölgeler arası eşitsizlik, Güneydoğu’da ekonomik azgelişmişlik, yoksulluk ve yoksunluk sorunlarına ciddi çözüm üretme çabası oluşmadan ve en önemlisi terör tehlikesi ve eylemleri minimize edilmeden, ne yaşadığımız soruna ne de bugün yaygınlaşma ve derinleşme tehlikesi gösteren toplum içi etnik çatışma riskine çözüm bulabiliriz.

Ama, aynı zamanda, hem Türkiye’de sorunun karmaşık yapısını çözümleyerek hem de dünya ölçeğinde oluşan etnik çatışmalar üzerine yapılan karşılaştırmalı araştırmalar ve çalışmalar temelinde görmeliyiz. Aksi halde, bölgesellik, ekonomik azgelişmişlik ve terör alanlarının hepsi ve her birinde önemli atılımlar ve olumluya gidiş olsa da, sorunun çözümü kalıcı ve uzun dönemli olmaz. Bunun temel nedeni de, hem tarihsel olarak hem de özellikle 1980’lerden bugüne, yaşanılan sorun, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları olan ama Kürt kökenleri içinde kültürel farklılıklara sahip olan insanlarımızın bu farklılıklarını yaşama geçirecek kültürel hak ve özgürlükleri talep etmeleri temelinde oluşmuş, bir etnik kimlik sorunudur. Etnik kimliğe dayalı kültürel farklılıkların tanınması talebi ve bu talebin siyasallaşma sürecinde oluşan, ve giderek güçlenen etnomilliyetçi tanınma siyaseti ve bu milliyetçilik içinde oluşan şiddete dayalı örgütsel mücadele, sorunun kapsayıcı ve açıklayıcı öğesini kimlik yapıyor, bu da Kürt sorunu adlandırmasını sosyolojik ve kuramsal temelde, yukarıda bahsettiğimiz diğer adlandırmalardan daha anlamlı kılıyor. Aynı zamanda, Kürt sorunu adlandırması, bölgesel azgelişmişlik, yoksulluk, yoksunluk ve terör boyutlarını da içeriyor. Çünkü sorunun siyasallaşma sürecine bugün damgasını vuran etnomilliyetçilik kendini bu boyutlardan besliyor ve Güneydoğu bölgesinde kendisine, genel ve yerel seçimlerde gördüğümüz gibi, güçlü bir toplumsal destek buluyor. Kürt sorunu adlandırması, sorunun uluslararası boyutunu da içeriyor ve etnomillliyetçiliğin beslenme kaynaklarının, sadece ulusal ve bölgesel değil, aynı zamanda küresel ve Ortadoğu’daki gelişmelerle ilişkili olduğunu bize gösteriyor.

Kürt sorunu bu anlamda, tarihsel ve söylemsel düzeyde kurulmuş, çokboyutlu bir yapıya sahip, kültürel hak ve özgürlükler ile etnomilliyetçiliğin iç içe geçmiş yapısını simgeleyen bir etnik kimlik sorunu ve siyasetini adlandırıyor.





Etnik çatışma ve demokratik çözüm

Böyle gördüğümüz zaman, Kürt sorunu içinde kültürel hak ve özgürlükleri dile getiren üç aktörü ve bu aktörler arası “üçgensel ilişki”yi taşıyor: (a) Bu sorundan en fazla acıyı çeken ve kültürel hak ve özgürlük, ekonomik olarak daha iyi yaşam talebinde bulunan Kürt kökenli Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları, (b) Bu sorunun siyasallaşmasını ağırlıklı olarak etnomilliyetçilik temelinde kuran ve yürüten siyasal aktörler ve (c) Bu sorun temelinde şiddet ve terör yöntemini yaşama geçiren, etnomilliyetçi örgütsel yapı. Bu aktörler arasındaki bağlantı, bugün, belli sivil ve farklı sesler gelişmekle birlikte, etnomilliyetçilik temelinde oluşuyor. Böyle olduğu için de, etnomilliyetçiliğin güçlenmesinden, Türk etnik milliyetçiliğine dayalı söylem de besleniyor ve bir tür milliyetçiliğe başka bir tür milliyetçilikle karşı geliniyor. Sonuçsa, Kürt sorununu sarmalayan “milliyetçilik kıskacı”nın güçlenmesi ve bugün korktuğumuz etnik çatışma ortamının yaygınlaşma ve derinleşmesinin altyapısının oluşmasıdır.

Hem etnik çatışma üzerine dünya ölçeğinde yapılan çalışmaları incelediğimiz zaman hem de son yıllarda bu temelde oluşan Bosna sorununa ve bugün Irak sorununa baktığımız zaman görüyoruz ki, etnomilliyetçi kimlik siyasetine karşı geliştirilen ve uygulanan milliyetçi tepki, sorunu çözmek yerine, derinleştiriyor ve çözümsüz hale getiriyor. Bu nedenle de, bugün Türkiye’de Kürt sorununa çözüm ve etnik çatışma ortamının durdurulması, demokratikleşmeyi ve demokratikleşme yoluyla sivil toplumun ve ekonomik kalkınmanın sağlanmasını ve en önemlisi demokratikleşme yoluyla sorunu sarmalayan milliyetçilik kıskacının kırılmasını gerekli kılıyor. Türkiye’de siyasi iradenin, eşgüdüm içinde, terörizme karşı mücadeleyi demokratikleşme ekseninde kurması, bir taraftan kültürel hak ve özgürlük taleplerini etnomilliyetçilik dışında yapan aktörleri güçlü kılarken, aynı zamanda Kürt sorununun etnik çatışma içinde değil, toplumsal barış ve birlikte yaşamayı anlamlandıran demokratik normlar içinde tartışılmasına da olanak sağlayacaktır. Demokratikleşme, Türkiye’nin bir kere daha 6-7 Eylülleri, Maraşları, Çorumları yaşamamasının anahtar sözcüğüdür.



E. FUAT KEYMAN: Koç Üni.

Yorumlar kapatıldı.