İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

6-7 Eylül’ün bilincimdeki yeri

Şahin Alpay

Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en kara sayfalarından birini oluşturan 6-7 Eylül olaylarını 50. yılında, bu tür olayların bir daha tekrarlanmaması temennisiyle hatırladık. 6-7 Eylül’ün benim kişisel tarihimde de önemli bir yeri var.

1950’lerde Nişantaşı’nda, Valikonağı Caddesi üzerindeki bir apartman dairesinde oturuyorduk. Nilüfer Hatun İlkokulu’nda okuyordum. O tarihlerde Nişantaşı, İstanbul’un birçok semti gibi çok kültürlü bir ortama sahipti. Oturduğumuz beş daireli apartmanda, iki Rumeli göçmeni Müslüman, bir Yahudi, bir Ermeni, bir de Rum aile yaşıyorduk. Kapıcımız Garbis Efendi’ydi. Apartmanın bodrum katındaki şarküteri dükkanını Yorgo Efendi işletiyordu. Gayrimüslim komşularımızla son derece iyi ilişkilerimiz vardı. Benim çocuk zihnimde, insanların farklı dinlere mensup olmaları, farklı diller konuşmaları kadar olağan bir şey yoktu. İlkokul’daki, yetişmemizde büyük emeği olan öğretmenim Müveddet Hanım, nur içinde yatsın, biz öğrencilerine her zaman şu telkinde bulunurdu: “Her şeyden önce insansınız, sonra Türk, sonra Müslüman…” 1954-55 ders yılında ilkokulu bitirdikten sonra, o yıl belki ilk kez yapılan giriş sınavını kazanarak, birkaç sokak ötedeki İngiliz Erkek Lisesi’ne kaydolmuş, sonra her yaz olduğu gibi tatil için memleketim Ayvalık’a gitmiştim. Oradayken 6-7 Eylül’de İstanbul’da olanlarla ilgili herhangi bir şey kulağıma gelmemişti. Dönüşte, olan bitenleri çeşitli yollardan, özellikle de (sergilenen vahşet ve hunharlıklara karşı büyük bir infial duyan) rahmetli ağabeyim ve küçük ablamdan dinlemiştim: Çeşitli semtlerde, özellikle Beyoğlu’nda eli sopalı kalabalıklar, gayrimüslim yurttaşların işyerlerine saldırmış, tahrip etmiş ve yağmalamış, çok sayıda yaralanan, hatta ölenler olmuştu. Okula başladıktan sonra sınıf arkadaşlarımla bu olaylara bir anlam verebilmeye yönelik tartışmalar yaptığımızı da hatırlıyorum. 6-7 Eylül olaylarının, hayat boyu bağlı kalacağım bir siyasi değerin bilincime yer etmesinde mutlaka bir payı oldu: Irk, etnik köken, dil, din, cinsiyet, sosyal sınıf farkı gözetmeksizin bütün insanların eşit değerde oldukları inancı… Gençlikten yetişkinliğe geçişle birlikte siyasi görüşlerimde köklü değişiklikler oldu, ama çocukluğumda edindiğim bu değeri sanırım her zaman muhafaza ettim.

Ne yazık ki, sahip olduğum bu değer, yurttaşı olduğum Türkiye Cumhuriyeti hükümetlerinin izlediği politikalarla ve mensup olduğum Türk-Müslüman çoğunluğun yaygın değerleriyle her zaman uyum içinde olmadı. Bunun nedenlerini anlıyorum: Son dönem Osmanlı ve erken dönem Türkiye Cumhuriyeti hükümetleri, tarihle izah edilebilecek nedenlerle, nüfusun çoğunluğuyla aynı dini paylaşmayan vatandaşlarına güvensizlik duydu: Ermeni tehcirinin, Yunanistan’la nüfus mübadelesinin, Varlık Vergisi’nin, 6-7 Eylül olaylarının ve başka olayların ardında yatan temel etken de buydu. Öte yandan Türkiye Cumhuriyeti’ni kuranlar, modern bir devletin tek tip bir toplumla, yani bütün yurttaşların aynı kültür içinde yoğrulmasıyla sağlanabileceğine inanıyorlardı. Bunun için gayrimüslim yurttaşlar hiçbir zaman milli topluluğun eşit üyeleri olarak görülmezken; dil ve din bakımından çoğunluk kültürüne bağlı olmayan Müslüman azınlıklar (başta Aleviler ve Kürtler) ise Türkleştirme ve Sünnileştirme politikalarına tabi oldular. Ne var ki, bu politikalar ancak kısmen başarı sağlayabildiği gibi, giderek değişen modernlik anlayışıyla taban tabana zıt bir hale geldi. Günümüz dünyasında Türkleştirme ve Sünnileştirme politikalarında ve zihniyetinde ısrar, ülkenin birlik ve dirliğine karşı en büyük tehdit (dilerseniz en büyük “bölücülük”) olduğu gibi, Türkiye’nin çağdaş anlamda modern, yani özgürlükçü olduğu kadar çoğulcu bir demokrasi haline gelmesinin önünde de kuşkusuz en büyük engel. Böyle düşündüğüm için yazılarımdaki ana gaye, 1950’lerin İstanbul’unda büyürken edindiğim temel değerlerin, yurttaşı olduğum devlete ve üyesi olduğum topluma hakim olmasına bir nebze olsun katkıda bulunabilmek.

Yorumlar kapatıldı.