İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Hukuki altyapıya ek

Gündüz Aktan

23 Ağustos tarihli yazımda PKK terörizmiyle mücadelede hukuki altyapıyı anlatmaya çalışmıştım. Bu yazıda Kürtlerin kendi kaderini tayin hakkını (‘self-determination’ın kısaltılmış olarak S-D) zaten kullanmış olduğuna değineceğim.

Bir grup S-D hakkını tarihinde ancak bir kez kullanabilir. Bu hakkın kullanıldıktan sonra yeniden ve farklı biçimde kullanılması söz konusu olamaz.

S-D kullanımı genelde ülkelerin parçalanması, yeni ülkelerin ortaya çıkması ve bu amaçla uzun ve kanlı savaşların yapılmasını gerektiriyor. S-D hakkının tekrar tekrar kullanılması, uluslararası ilişkileri, bölgesel barış, istikrar ve güvenliği altüst edebilir. Bu sınırlamanın tek istisnası, S-D hakkını kullanmış bir gruba karşı yaşadığı ülkede soykırıma yakın bir mezalim uygulanması.

Kürtler S-D haklarını Anadolu ve Trakya’da yaşayan toplumun tümüyle birlikte kullandılar.

Bu konuda iki çok önemli belge var. İlk belge Erzurum Kongresi sonunda yayımlanan bildiri (7 Ağustos 1919). Bu bildiri Misak-ı Milli’nin temelini oluşturuyor.

Bildirinin ilk maddesinde “Trabzon vilayeti, Samsun sancağı ve ‘altı vilayet’ olarak anılan Erzurum, Sivas, Diyarbekir, Elazığ, Van ve Bitlis bir bütün olup, herhangi bir nedenle, ne birbirlerinden ne de Osmanlı toprağından ayrılabilirler” deniyor. Bu madde bu yerlerde bir ‘Ermeni Yurdu’ kurulmasını önleme amacını taşıyor. Ama bölgenin hiçbir nedenle Osmanlı toprağından yani bugünkü Türkiye’den ayrılamayacağı hükmü bugün de geçerli.

6. maddede, 30 Ekim 1918 Mondros Ateşkesi’nin “belirlediği sınırlar içinde olan ve Doğu Anadolu ile diğer bölgelerde çoğunluğu Müslümanların oluşturduğu Ö yerlerde yaşayan insanları ayırmak ve toprağı bölmek kuramını reddediyoruz” deniyor. Böylece Doğu Anadolu ve diğer bölgelerin birliği buralarda yaşayan, etnik veya dini grupların değil, ‘insanların’ ayrılmaması olarak değerlendiriliyor ve ülkenin toprak bütünlüğü bu bağlamda savunuluyor.

7. madde, 6. maddedeki bu ilkeyi yani insanları ayırmamak ve toprağı bölmemeyi ‘milliyetçilik’ olarak tanımlıyor. Dolayısıyla iki uluslu değil, kişi düzeyinde birleştirici bir milliyetçilik kavramı söz konusu.

8. maddede, milletlerin kendi kaderini tayin hakkına doğrudan atıf yapıldıktan sonra, “merkezi hükümetimiz milli iradeye tabi olmalı”, bu amaçla “bir an gecikmeksizin millet meclisini toplamalı” deniyor. Burada, en çağdaş anlamıyla, S-D hakkının milli mecliste gerçekleştirilecek milli irade vasıtasıyla kullanılacağı belirtiliyor. Böylece Kürtler dahil meclise katılanlar bu hakkın kullanımına ortak oluyor.

9. maddede “Şarki Anadolu Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti, ülkemizin çektiği acılardan ve felaketlerden doğmuş olan toplulukların birleşmesidir” denilirken, “tüm Müslüman yurttaşlar bu topluluğun doğal üyeleridir” ifadesiyle yine birey vurgulanıyor.

Son Osmanlı meclisinin 17 Şubat 1920’de kabul ettiği Misak-ı Milli belgesinin 1. maddesi de konumuz açısından büyük önem taşıyor. Burada ateşkesin çizdiği sınırlar içinde yaşayan Osmanlı Müslüman çoğunluğun ‘dince, ırkça ve asılca birlik’ olduğu belirtiliyor. Bu nedenle bunların ‘oturduğu bölgelerin tamamı fiilen ve hükmen, hiçbir nedenle ayrılmaz bir bütündür’ ifadesi kullanılıyor.

Ve Kurtuluş Savaşı bu belgeler temelinde yapılıyor.

Yukarıda zikredilen iki belgede S-D kullanımının iki uluslu olduğuna, bölgelerin ve grupların yan yana gelmesiyle tecelli ettiğine dair hiçbir ifade yok.

Ateşkes sınırları içinde kalan coğrafyanın ve üzerinde yaşayan ‘insanların’ birbirlerinden ayrılamaz, toprağın ise bölünemez olduğu vurgulanıyor.

Milliyetçilik, insanların veya vatandaşların ayrılmaz ve toprağın bölünmez olması şeklinde tanımlanıyor.

‘Dince, ırkça ve asılca birlik’ olan Müslüman çoğunluk milleti oluşturuyor.

S-D hakkı da millet meclisinde oluşacak milli irade vasıtasıyla kullanılıyor.

Bilmiyorum, tarihte millet ve vatan tanımlarını bu kadar açık ve bugün de geçerli olacak biçimde yapan, daha ileri ve kapsamlı bir S-D hakkı kullanımı var mı?

Yorumlar kapatıldı.