İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Profesör Feroz Ahmad ile Ermeni Sorunu Hakkında Görüşme

Osmanlı İmparatorluğu’nun Ermeni nüfusunun önemli bir
bölümünün 1915 yılı Mayıs ayından itibaren bulundukları bölgelerden tehcir edilmelerinin
90.
yılında bu olayın bir soykırım olarak kabul edilmesi yönünde Türkiye
üzerindeki baskılar da arttı. Bu iddiayı reddederek olayların bir
mukatele (karşılıklı kıyımlar) olduğunu savunan ve
kanıtlamak isteyen Türkiye’de de bu yıl Ermeni meselesi
geçmiş yıllara göre çok
daha kapsamlı bir tartışmaya konu edildi. Ortaya yeni veriler,
kaynaklar ve söylemler çıktı.
Geçmişten farklı olarak, o dönemde üzücü
olayları n yaşandığı resmi çevrelerce de kabul edildi. Türk
kamuoyu
Talat Paşa’nın not defterinden sayfaların yayımlanmasıyla bugüne
dek bilmediği bazı detayları
öğrendi. Bilgi, Boğaziçi ve Sabancı Üniversitelerinin
ortaklaşa düzenledikleri bir konferansın
çeşitli baskılar ve tehditler nedeniyle ertelenmesi ise
tartışmanın alevlenmesine ve daha da sertleşmesine yol
açtı. Olaylara tarihi bir perspektiften ve dönemin
gelişmeleri
bağlamında bakan, değişik veriler ve yorumlar sunan Tufts
Üniversitesi Fletcher Hukuk ve Diplomasi
Fakültesi’nden tarihçi Feroz Ahmad ile Foreign Policy
Türkiye adına gene aynı fakülteye
bağlı Siyasal Bilgiler Bölümü okutmanlarından Emre
Kayhan konuştu. Görüşme, fakültenin
Fares Doğu Akdeniz Çalış- maları Merkezi’nde yapıldı. Fares
Merkezi’nin müdürü
Profesör Leila Fawaz’a da konukseverliği ve yardımları nedeniyle
teşekkür ediyoruz.

Foreign Policy: Profesör Ahmad, Türkiye Başbakanı Recep
Tayyip Erdoğan Ermenistan Devlet Baş- kanı Robert Koçaryan’a
Ermeni sorunu konusunda bir öneride bulundu. Erdoğan meseleyi
çevreleyen soruları tarihçilere bırakmayı önerdi.
Bir tarihçi olarak sizin bu konuya yaklaşımınız nedir?

Feroz Ahmad: Bir tarihçi olarak ben konuya tamamen
dekolonizasyon süreciyle yüz yüze kalan bir imparatorluk
açısından bakıyorum. Benim büyüdü- ğüm 50’li
ve 60’lı yıllarda dekolonizasyon tüm
gücüyle sürüyordu. İmparatorlukların
çöküşüne
tanık oldum: İlk önce Asya’da, ardından da Afrika’da İngiliz,
Fransız, Hollanda, Belçika ve Portekiz imparatorlukları kendi
memleketlerine geri çekilmek zorunda kaldılar. Osmanlı
İmparatorluğu ise geri çekilme sorunuyla 19. yüzyılda,
Fransız Devrimi’nin ardından bölgede ortaya çıkan
milliyetçilik akımı nedeniyle karşılaştı. Önce Sırplar
sonra da Yunanlılar bağımsı zlıkları için savaştılar.
Milliyetçilik akımı daha sonra Bulgaristan’a ve Makedonya’ya
sıçradı. Osmanlı İmparatorluğu’ndaki Ermeni
milliyetçileri 1878 Berlin Kongresi’nde reformlar yapılması
yönünde bastırdılar. Avrupalı güçler de
Ermenilerin yaşadı ğı bölgelerde reformlar yapması
yönünde Osmanlı ları zorladı. Ancak sorun Ermeni
milliyetçilerinin arzuladığı şekilde
çözülmemişti. Bu nedenle, 1890’da Taşnaksutyun’u yani
Devrimci Ermeni Federasyonu’nu (ARF) kurdular. 1900’e gelindiğinde
Federasyon ve Avrupa’daki Jön Türkler Sultan
Abdülhamid’in otokratik yönetimini devirme amacıyla işbirliği
yapma kararı almışlardı. Abdülhamid yönetiminin 1908’de
Jön Türklerle Ermeniler ve diğer meşrutiyet yanlıları
tarafından devrilmesinin ardından, iki taraf “özgürlük,
kardeşlik, adalet” ruhuyla birlikte çalışmaya başladı. Bu
birliktelik, sonraki altı yıllık anayasal rejim sırasında da devam
etti; İttihatçı lar Taşnak’la mecliste temsil konusu dahil
çe- şitli konularda görüştüler. Aslında Jön
Tükler, Ermenilerin desteğine siyasi, sosyal ve ekonomik
nedenlerle ihtiyaçları olduğunu anlamışlardı,
çünkü Ermeni entelijensiyası ekonomi ve tarım gibi
konularda iyi eğitim almıştı. 1908-1912 yılları arasında Rusya
meşrutiyet rejimine karşı dostane bir yaklaşım sergiledi ve bu nedenle
iki topluluk arasında işbirliğini destekledi. Ancak 1912’de
Çarikov’un yerine Giers’in büyükelçiliğe
atanmasıyla bu durum değişti ve Rus politikası çıkarları nı daha
baskın bir biçimde ifade eder hale geldi. Örneğin,
Bitlis’teki Rus Konsolosluğu, yerli Kürt aşiretlerinin Ermeni
cemaatine saldırılarını bile destekledi. İstanbul’un tepkisi Ermeni
cemaatine silah vermek ve savunulması için asker göndermek
biçiminde oldu. Aşiret saldırısı bertaraf edildiğinde bazı
liderler Rus Konsolosluğu’na sığındı ve 1914’teki Osmanlı-Rus savaşına
dek burada kaldılar. Diplomatik ilişkilerin kesilmesiyle Osmanlılar
konsolosluktaki liderleri yakalayıp astılar. Osmanlı İmparatorluğu,
Balkan Savaşları’nda aldığı yenilgilerin ardından imparatorluktan arda
kalanları korumak amacıyla Ermeni topluluğuna ve Araplara
ödün vermek konusuna daha sıcak bakı- yordu. Bab-ı Ali,
Avrupalı güçlerin baskısıyla, iki Avrupalı valinin
Anadolu’daki altı Ermeni bölgesinin idaresine atanmasına razı
oldu. Dolayısıyla, 1914 yı- lının ilkbaharı itibarıyla Ermeni sorunu
çözülmüş
gibi görünüyordu, ama o sıralar birçok kişi
Ermeni
bölgelerinin özerklik elde edip Balkanlar’ın izinden
gideceğine inanıyordu. Osmanlı İmparatorluğu’nun Balkan Savaşları’nın
ardından son derece zayıf düş- tüğünü
unutmamalıyız. İmparatorluğu kurtarmanı n tek yolunun
gayrimüslimler ile Araplara ödün vermek olduğuna
inanmışlardı. 1913-14 yıllarında Osmanlı İmparatorluğu’nu
Avusturya-Macaristan gibi, Türkler ve Araplardan oluşan ikili bir
sisteme çevirme planları bile vardı. Avrupa’da savaşın patlak
vermesiyle birlikte bu plan suya düştü. İttihatçı-
lar, Liman von Sanders’in askeri misyonunu göreve çağırarak
önce ordunun, ardından da donanmanın kontrolünü
Almanya’ya verdiler. Osmanlı İmparatorlu ğu böylesine bir
darboğazdaydı.

FP: Birinci Dünya Savaşı’nın başlaması durumu nası l etkiledi?

FA: 1914 Ağustos’unda başlayan savaş Osmanlı İmparatorlu ğu’nu derinden
etkiledi. 2 Ağustos’ta Almanya ile imzalanan gizli anlaşma sonucunda
Osmanlı İmparatorluğu tamamen Berlin’den idare edilir hale gelmişti.
Tarihçi Fritz Fischer’e göre, Almanya’nı n İstanbul ile
anlaşma imzalamasının nedeni Pan-İslâmizmi İngiliz, Fransız ve
Rus düşmanlarına karşı kullanabilmekti. Kayzer İran’dan
Hindistan’a kadar İslâm dünyasını İngilizlere karşı
ayaklandırmayırmayı umuyordu. Ayrıca, Almanlar milliyetçiliği de
Ruslara karşı kullanmayı planlıyorlardı. Bu nedenle Çar rejimine
karşı Polonya, Gürcü ve Ukrayna ulusal hareketlerini
desteklediler. İşin aslı, Gürcü ve Ukrayna ulusal
hareketlerinin merkezi İstanbul idi. Almanlar ve Osmanlılar Devrimci
Ermeni Federasyonu’nu da aynı şekilde kullanmayı istiyorlardı. Bu
bağlamda İttihatçılar, 1914 Ağustos’unda Federasyon’un
Erzurum’da yapılan Sekizinci Dünya Kongresi’ne bir heyet
gönderdiler. ARF arşivlerindeki belgelere göre,
İttihatçılar, Osmanlı’nın Rusya’ya karşı savaşa girmesi
durumunda Federasyon’un tavrının ne olacağını sordular. ARF
temsilcisinin Osmanlı İmparatorlu ğu’nun egemenliğini savunacakları
yönündeki yanıtı Dr. Bahaeddin fiakir’i çok
sevindirdi. Bahaeddin fiakir, Rusya’nın tamamen yenilmesinin ardından
Kafkaslara ilerleyip orada bir devrim baş- latacaklarını söyledi,
Gürcüler ve Tatarlar Kafkaslar’da Rus yönetimine karşı
zaten bir ayaklanma hazı rlığındaydı. Bahaeddin fiakir ve Ömer
Naci Ermenilerin konumunun başarıları için yaşamsal önem
taşıdığını düşünüyorlardı. ARF’nin, Rus
Ermenilerini kritik yol ayrımına kadar Rus hükümetine sadı k
kalmaya, bu noktadan sonra da Türklerin yanın nda yer almaya ikna
edecek yetenek ve gücü olduğundan kuşku duymuyorlardı.
Konuşmalarında Osmanlı hükümetinin Kafkasya’yı işgal etmek
gibi bir niyeti olmadığı, sadece Rusya’nın etki alanından
çıkarmak ve daha sonra bağımsızlık vermek istediği konusunda
teminat verdiler. Bağımsızlığın ne kadar geniş olacağını Osmanlı
İmparatorluğu’na gösterilen “bağ- lılık ve hizmet” belirleyecekti.
Ayrıca Almanya’nın Osmanlı’ya bu planını uygulanmasında yardımcı olma
yönündeki kararlılığından bahsettiler. ARF temsilcisi
böyle bir söz vermeye kendilerinin değil Kafkasya’dan sorumlu
olan grupların yetkisi oldu ğunu belirtti. Ancak zaten Rusya
Ermenilerinin meşrutiyet yönetimine karşı 1908-1910 arasındaki
düşkünlüklerinden eser kalmamıştı. İttihat ve Terakki
Hükümeti’nin Osmanlı Ermenilerine yönelik hataları,
Rusya Ermenilerine Osmanlı hükümetine yapacakları yardımın
sınırın öbür tarafındaki soydaşlarının konumunu
iyileştireceğine dair güven vermiyordu. Türkiye’nin elini
çabuk tutup Rusların Polonyalılara yaptığı gibi Ermenilerin
gönlünü alacak politikalar uygulamaya koyması gerektiği
sonucuna vardılar. fiakir ve Naci ARF’nin yanıtını İstanbul’a telgraşa
bildirmeye söz verdiler. ARF’nin güvencelerine kar- şın
Osmanlı’nın Van mebusu Arşak Vramyan kendilerinin Rus sempatizanı
olarak görüldüklerine inanı- yordu. İstanbul’da Talat
Bey, Sivas mebusu ve Federasyon’da üst düzey bir yetkili olan
Pastırmacı- yan’a hayal kırıklığını dile getirdi. Washington’da
geçen ve Ermeni sorunu hakkında, Osmanlı
büyükelçisinin de yer aldığı bir olayı size aktarayım.
Bu olay Osmanlı İmparatorluğu sava- şa girmeden çok önce
olmuş. Ağustos 1914’te savaşın başında İngiliz dışişleri bir ikilemde
kaldı. Parlamenter bir rejim olan İngiltere kendini “ulusların zindanı”
olarak nitelenen otokratik Rusya yönetimiyle ittifak yaparken
buldu. Savaşın başlarında Ruslar Polonya’nın Pale bölgesinden
Yahudileri sürüyorlardı. Almanlar bunu Amerika’da İtilaf
Devletleri’ne karşı propaganda olarak kullandı. Amerikan dışişleri
Almanların propagandasına basın yoluyla, Almanya’nı n müttefiki
olan Osmanlı’nın Osmanlı Ermenilerini nasıl kıydığını anlatarak
karşılık verdi. Washington basını Osmanlı
büyükelçisini kışkırtınca bir basın toplantısında
Müslümanlığa geçmiş bir
Polonyalı ve Osmanlı’nın ateşli savunucusu olan
büyükelçi Ahmet Rüstem Bey, nam-ı diğer Alfred de
Bilinski gazetecilere şöyle karşılık verdi: “Ermeni
vatandaşlarıvatandaşlarımıza davranmamız gerektiği gibi davranmadığımız
doğrudur, ama bunu düzeltmeye çalışıyoruz.” Ardından
gazetecilere Amerika’nın güneyinde zencilerin linç
edilmesiyle ilgilenmelerinin daha yerinde olacağını belirtti. Amerikan
dışişleri büyükelçinin hiç de diplomatik
olmayan, küstah ifadeleri karşısında dehşet içinde kalıp
geri çağrılmasını istedi.

FP: Bir tarihçi olarak konunun tarihi arka planını
çizdiniz. Ancak Türklerin çoğu ve
siyasetçiler Birinci Dünya Savaşı sırasında Ermenilerin
Osmanlı’ya ihanet ettiğini ve Rusya’yla yapı- lan savaşta Türkleri
sırtlarından vurduklarını iddia ediyor. Bu iddianın doğruluk payı
nedir?

FA: Bu iddialar imparatorluklarını korumaya çalışan Osmanlılar
tarafından savaş sırasında ortaya atılmış olsaydı geçerli
olabilirdi. Örneğin, İkinci Dünya
Savaşı sırasında İngilizler de Hint milliyetçisi Subaş
Çandra Bose’yi İngiliz İmparatorluğu’na ihanetle
suçladılar. Bose Hindistan’dan kaçıp Burma’da Alman ve
Japonlarla Hindistan’ı işgal etmek üzere Hint milli ordusunu kuran
milliyetçi liderdi. İngilizlerin onu hain olarak görmeleri
anlaşılabilir. Ancak tarihçiler böyle hareketlere
bağımsızlık kazanma pe- şinde olan ulusalcı hareketler olarak bakarlar.
Dolayı sıyla bu tür beyanlar Osmanlı İmparatorluğu’nun
yıkılmasının ardından yapıldığında anakronistik olur. Nihayetinde
emperyalist bir güçten bağımsızlı k elde etmek için
savaşanlar sadece Ermeniler de- ğildi; Yunanlılar ve Araplar da vardı.
En sonunda Türkler dahi Mustafa Kemal’in ve milliyetçilerin
önderliğinde Türkiye’yi kurmak için Osmanlı
İmparatorlu ğu’yla mücadele etmek zorunda kaldı. Osmanlı’ nın
Mustafa Kemal ve diğer milliyetçilerin
öldürülmesini meşru kılan bir fetva verdiğini
hatırlayın.

FP: O halde Ermenilerin, emperyal güçten bağımsızlı k elde
etme konusunda Araplar, Yunanlılar ve milliyetçi Türklerle
aynı haklara sahip olduğunu mu savunuyorsunuz? Her ne kadar her ulusun
kendi kaderini belirlemesi fikri Bolşevik Devrimi ve ABD Başkanı
Wilson’un 1918’de belirlediği 14 prensibiyle gelmiş olsa da, iddianızı
bir adım daha öteye
götürüp Ermenilerin bağımsızlığı ya da özerkliği
hakettiklerini söyler misiniz?

 FA: ARF’nin iddiaları demografik rakamlara değil, Anadolu’daki
tarihsel iddialarına dayanıyordu, çünkü Anadolu’da bir
çoğunluğa sahip değillerdi. İşte zurnanın zırt dediği yer
burası, çünkü Osmanlıların diğer sömürgeci
güçler gibi çekilebileceği
bir yurdu yoktu. Osmanlı altı yüzyıl boyunca imparatorluğun kalbi
olan Balkanlar’dan çekilince kendini diğer toplulukları n da
iddialarına sahne olan Anadolu’da buldu. Osmanlıların diğer
sömürgeci güçler gibi
geri çekilecek yurtlarının olmaması bir ikilemdi. Ziya
Gökalp’in sözlerine burada yer vermek doğru olur: “Vatan ne
Türkiyedir [Osmanlı İmparatorlu- ğu’nu kastediyordu] Türklere
ne Türkistan, vatan müebbet bir ülkedir, Turan.”
Dolayısıyla yanıtım evet. ARF Rusya’nın yanında yer alarak
milliyetçi emelleri doğrultusunda hareket ediyordu, ihanet
etmiyordu. Tarihçi olarak duruma bakışım budur.

FP: Eğer bağımsızlık Ermenilerin meşru hakkı idiyse 1915-1916’daki
tehcirleri nasıl açıklıyorsunuz?

FA: Öncelikle emperyal güç olan Osmanlı, tebaası- nın
bağımsızlık hakkını tanımıyordu. Hiç bir emperyal
güç bunu tanımaz. Osmanlılar Yunan-Ermeni hareketini
elbette ihanet olarak algılamış olabilirler. Tehcir kararı 1915
Nisan’ında, yani İstanbul’un Gelibolu’daki İttifak Kuvvetleri’nin eline
geçmesi an meselesiymiş gibiyken imzalanmıştı. Ermeni ve
Yunanlıların tehciri 1915’te, belki de bizzat Berlin tarafından dikte
edilen, askeri bir önlem olarak uygulanmıştı. 1918’de ateşkes
döneminde Osmanlı Meclisi’ndeki Rum vekiller Yunanlı ların
Ayvalık’tan tehcirinden Liman von Sanders’i sorumlu tutmuşlardı.
Ermenilerin tehcir edilmesiyle ilgili benzer belgelere sahip değiliz,
ama unutmayın ki, Alman askeri misyonunun arşivleri hâlen kamuya
açılmış değil. Belki bu arşivlerden öğ- renilecek
çok şey vardır. Tehcir edilmiş bazı Ermenilerin Çanakkale
Savaşı’nın bitmesinin ve İstanbul’un yeniden güvencede olmasının
ardından Anadolu’daki evlerine dönmeleri, tehcirlerin
Çanakkale krizinin yol açtığı askeri bir önlem oldu-
ğunu doğruluyor. 1916’da Osmanlı İmparatorlu- ğu’nda savaş muhabiri
olan Harry Stuermer’in 1917’de Londra’da yayımlanan hatıraları, Two War
Years in Constantinople (Konstantin i yye’de İki Savaş Yılı) da bu savı
destekliyor. İlaveten, İstanbul’daki Ermeni cemaati 1917’nin başlarında
kurulan İtibar-i Milli Bankası’na kaynak sağlamada önemli bir rol
oynamıştır.

FP: Bazı Ermenilerin Osmanlı Anadolu’sundaki evlerine dönmelerinin
ya da bir Osmanlı bankasını finanse etmelerinin anlamı nedir?

FA: Bu Ermenilerin kendilerini yeterince güvende hissettikleri
anlamına gelir. Ayrıca bazı Ermenilerin hatıratından öğrendiğimize
göre, Ermeniler Anadolu’dan daha güvenli olan İstanbul’a
taşınmışlar.

FP: Bu gerçekten önemli bir soruyu gündeme getiriyor:
İstanbullu (ya da İzmirli) Ermeniler neden tehcire maruz kalmadı?

FA: Bence bunun iki olası yanıtı var: Birincisi, zengin tüccar
sınıfı Amira’ya mensup İstanbullu ve İzmirli Ermeniler ARF ve onun
milliyetçi emellerini desteklemiyorlardı. Bu nedenle
İttihatçılar ve Alman müttefikleri tarafından bir tehdit
olarak görülmüyorlardı. Ekonomik faaliyetlerine daha
geniş alan tanıyacak bir imparatorlukta yaşamayı, Doğu Anadolu’da
başkenti Erzurum ya da Van olan bir ulus-devlete tercih ediyorlardı.
İkincisi, Osmanlı Devleti kendisine sadık olan Ermenileri, Anadolu’nun
çoğu yerindeki kontrolü dışındaki yasadışı etkinliklerden
sadece bu şehirlerde koruyabilecek kadar
güçlüydü. Bu durum yerel valilerin, fermandaki
tehcir emrini yerine getirmeyi reddettiği bazı Osmanlı eyaletlerinde de
geçerliydi. Osmanlı devleti son derece zayıf bir devletti; biraz
dik durabilmesi, savaş boyunca orduyu, donanmayı hatta devletin
maliyesini kontrol eden Almanların deste ği sayesindeydi. Bağımsızlık
emelleri Rusların Anadolu topraklarını işgal etmesiyle
gerçekleşir gibi oldu. 1917 Mart’ında devrim başlamadan
önce Rus orduları Trabzon’dan baş- layıp Erzincan üzerinden
Van’a varan bir hattı işgal etti. Eğer devrim olmasaydı ve Rusya
savaşta galip gelen tarafta yer alsaydı, 1878’de Kars, Ardahan ve
Batum’un başına geldiği gibi, bu bölge de Rus İmparatorlu ğu’na
eklenirdi. Rusya’daki devrimle birlikte Rus orduları meydanı ARF
kadrolarına bırakarak ortadan kayboldu. Ancak bu kadrolar Osmanlı-Alman
ordusuyla başedecek güçte değildi ve korkunç
kıyımlar ve felâketler eşliğinde geri püsk
ürtüldüler.

FP: Bunlar, Osmanlı-Alman ordusuyla ARF arasında vuku bulan ve bu
korkunç felâkete yol açan
çatı şmalardı. Ancak bir de düzensiz kuvvetlerin ve di- ğer
özel grupların varlığından bahsedilir. Bu konuda yorumunuz nedir?

FA: Bugüne kadar okuduklarımdan düzensiz kuvvetlerin
faaliyetlerini belgelemek hemen hemen imkânsız. Yerel
seçkinlere sadık düzensiz kuvvetlerin özellikle
devletin zayıf kaldığı alanlarda etkin oldukları na şüphe yok.
Ölümlerden, hırsızlıklardan ve bazı eşrafın zenginleşmesine
yol açan yağmalardan sorumlu olduklarından kuşku yok, ama
traje-dinin bu
yönünü belgelemek imkânsız. Bunun için
bölgenin yerel tarihlerini araştırmak lazım. Ancak ben bir sonuca
varmanın mümkün olmadığı- nı anladım. Sıklıkla “Teşkilat-ı
Mahsusa” ya da “Enver Paşa’nın doğrudan kontrolünde olan ve sık
sık Nazi SS teşkilatının İttihatçı biçimi” olarak tarif
edilen bir örgüte rastlıyoruz. Aslında Teşkilat-ı Mahsusa
ancak 1913’te, Osmanlı orduları İstanbul’a çekilirken
Balkanlar’daki Osmanlı otoritesinin tamamen çökmesini
engellemek amacıyla kurulmuştu. 1914’te propagandadan sorumlu bir
kuruluş haline gelmiş ve Said Nursi, Mehmed Akif gibi İslâmcıları
bünyesine almıştı. Ama üyeleri arasında İttihat ve
Terakki’nin düşmanları olarak algılanan kişileri öldürme
görevlerine
gönderilen İttihatçı militanlar da vardı.
Örgütün
liderlerinden biri olan Bahaeddin fiakir İttihat ve Terakki’nin Merkez
Komitesi’ne karşı sorumluydu. 1914’teki ARF kongresine giden
İttihatçı heyeti muhtemelen Merkez Komitesi tarafından
gönderilmişti ve hükümeti değil İttihat ve Terakki’yi
temsil ediyordu. Teşkilat-ı Mahsusa’nın bazı üyeleri savaş
sırasında yapılan katliamlardan sorumlu olabilirler. Hatta Yakup Cemil,
Enver’i bile öldürüp İttihatçı liderliğini
değiştirmek ve erken bir barış yapmak istiyordu. Ancak Teşkilat-ı
Mahsusa’nı n rolü, araştırmalar daha ileriye
götürülene kadar spekülasyondan ibaret kalacak.

FP: Konu, savaştan sonra ne minvalde gelişti? Tarihsel konjonktür
Rusya’daki devrimler sonucunda de- ğişti mi?

FA: 1917 Kasım’ındaki Bolşevik Devrimi’nden sonra ulusların kendi
kaderini tayin etmesi fikri siyaset söylemine girdi. Hemen
ardından Başkan Wilson, prensiplerinin on ikincisinde bu fikri
destekledi. Bu nedenle, muzaffer müttefikler 1919’da Paris’e barış
anlaşmaları için geldiklerinde Ermeni sorunu gündemdeydi.
Her ne kadar Ermeniler Anadolu’da hak iddia ettikleri altı vilayette
nüfusun çoğunluğunu oluşturmuyor idiyseler de, 1920’deki
Sevr anlaş- ması tarihi haklar zeminine oturtarak Ermeni iddiası nı
tanıdı. Aynı durum Filistin’de hak iddia eden Siyonist hareket
için de geçerliydi. Yani ARF sava- şı kaybettiği halde
barış sırasında istediğini almış gibi görünüyordu. Ama,
ARF’nin talihsizliği, İngiltere, Fransa ya da Birleşik Devletler olsun,
hiçbir büyük gücün Ermeni mandasını
üstüne
almaya yanaşmaması ydı. Bu arada, 1919-1923 Türk ulusal
mücadelesi de iddialarını zayışattı. Lozan anlaş- ması Sevr’de
alınan kararları yürürlükten kaldırdı ve yeni
Türkiye Cumhuriyeti’nde Ermeni topluluğuna azınlık
statüsü verdi.

FP: Baştaki tartışmamıza dönersek, sorunu “bir imparatorlu ğun
sömürgelerini kaybetmesi” diye tanı mlamıştınız. Öyle
anlaşılıyor ki, Türk ve Ermeni akademisyenler bu döneme
sizden farklı yaklaşıyorlar. Bu kadar farklı yaklaşımlar varken iki
tarafın tarihçilerini bir araya getirmeyi amaçlayan yeni
girişimin ne faydası olacak? Bu toplantılardan beklentimiz ne olabilir?

FA: Sorunu tarihçilerin tartışmasına bırakmak
çözüm olmaz. Tarihçilerin farklı anlayışları
olduğu ve ne ilk ne de sonraki toplantılarda fikir birliğine varmaları
nın zor olduğu yönündeki saptamanızda haklısınız. Ancak
tarihçiler çatışma değil de “gerçekle
yüzleş- me ve barışma” adına önkoşulsuz biraraya getirilirse,
birbirlerinin görüşlerini dinleyip tartışırlar. Bu tarz
toplantılar öncesinde araştırılmış gerçek kanıtlara dayalı
analizler yaparlar. Bu konuda bir başlangıç Ermeni asıllı bir
Amerikalı akademisyen olan ve Ermeni-Türk çalışmaları
konulu atölyeler düzenleyen Ronald Suny tarafından
gerçekleştirildi. Son toplantı Avusturya’nın Salzburg şehrinde
2005 Nisan’ında yapıldı, ama şahsen bu toplantılar hakkında hiç
bilgim yok. Suny, 1998’de Koç Üniversitesi’nde yaptığı
konuş- ma sırasında “soykırım”dan bahsederken bazı dinleyiciler salonu
terketmiş, ancak çoğunluk kalıp onu dinlemeye devam etmiş. Bu,
çok yüreklendirici bir işaret ve gerisinin gelmesi gerek.
Birleşik Devletler’de bir Ermeni gazetesi, Suny’yi Koç
Üniversitesi’nde konuşma yaptığı için “Türk devletinin
casusu” olmakla suçladı. Suny, editöre cevaben yazdı ğı
mektupta diyaloğa açık Türklerin yüzüne kapı yı
çarpmanın Ermeniler için feci bir entelektüel ve
siyasi hata olacağını belirtti. Benim de katıldığım gibi, amacın bu
trajedinin olup olmadığını belirlemek değil, neden ve nasıl
gerçekleştiğini anlamak olması gerektiğini söylüyor.
Suny’ye göre, olayların neden yaşandığına dair açıklama
bulmaya çalış- mazsanız bu bir tür ırkçılık haline
gelir. O zaman ima edilen açıklama Türklerin hasta insanlar
oldu- ğu ve böyle şeyler yapıverdiği şeklini alır. Ancak bu
tür diyaloglara hazır olmak için Türkiye’deki
akademisyenlerin, hakkında çokça efsane ve cehaletin kol
gezdiği Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemleri hakkında, bilgi
edinmek için yapmaları gereken çok iş var.

FP: Profesör Ahmad, çok teşekkürler.


Bilgi Universitesi Yayini, Temmuz-Agustos 2005, Sayi 33

Yorumlar kapatıldı.