İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Beyinsel lezzetler, gövdesel lezzetler ve halk yığınları…

Çetin Altan

8. yüzyılda yaşamış olan ve hâlâ daha servetle zenginliğin erişilmez bir simgesi sayılan 5. Abbasi Halifesi Harun Reşit’e sormuşlar:

– Hayattan damağında kalmış en büyük lezzet nedir?

Rivayet ederler ki Harun Reşit’in yanıtı şu olmuş:

– Yağmurlu bir akşamüstü dostlarla oturup şarap içerek şiir okumaktır…

***

İslamdan önceki dönemde Arap şiirinin 80 bin kelimeye kadar ulaşan anıtsal bir zenginlikle işlenmiş olduğu ve şairler arasında doruk noktası olarak seçilmiş İmrül Kays, Antere, Lebid gibi 7’sinin yapıtlarının, sonradan Kabe’ye dönüştürülmüş mekanda sürekli sergilendiği anımsanırsa; Harun Reşit’teki şiir zevkinin de, kanatlarını hangi boyutlarda açarak süzüldüğü iyice berraklaşır.

***

Beyinsel lezzetler, 15-16’cı yüzyıllarda matbaanın keşfi ile birlikte; eski Yunan ve Roma uygarlıklarıyla yeniden köprüler kurma sayılan “Rönesans” sonucu; bilim ve sanatta görkemli bir yaratıcılığın füzelenmesi sayesinde, aristokratik çevrelerde billurlaşıp gitti…

***

Okyanusların kullanımıyla Amerika kıtasının keşfi de, “Rönesans” dönemine rastlar…

3 yüzyıl boyunca okyanusların kullanımıyla; halk kitlelerinin de, yavaş yavaş zenginlikte, toprağa bağlı kalmış olan aristokrat sınıfını aşmaya başlamış olması; 1789’da Fransız İhtilali’yle aristokratların iktidarı kaybetmesine yol açtı…

Ve aristokratlar “ayakların baş olduğunu” görünce; onlara “Donsuzlar” adını taktılar.

***

“Donsuzlar” beyinsel bir lezzet birikiminden yoksundular; yani bir anlamda “hırt ve hışır”dılar.

Öyle ki, Fransız İhtilal Mahkemesi’nin Savcısı Fouquier-Tinville, modern kimyanın kurucusu olan süper bilgin Lavoisier’yi giyotine gönderirken:

– Cumhuriyetin kimyacılara ihtiyacı yoktur, diyordu.

***

Zamanla gelişen burjuvazinin üst kesimini de, aristokrat sınıfının özümsediği beyinsel lezzetin tadı; tutsak almaya başladı.

Hem bilimde, hem sanatta binlerce kuyrukluyıldız fışkırdı ufuklardan.

***

Derken kentlerdeki fabrikalara, “işçi” kimliğiyle akın eden eski köylüler de; burjuvaziye karşı, kendi sınıflarının, yani “proloterya”nın dev bir “anti-tez”ini yaratınca…

Sanat ve özellikle de “yazı” yaratıcılığında güçlü bir değişim başladı…

Vaktiyle yoksulluktan, geçim zorluklarından hiç söz etmeyen kalemler; hem kırsal kesimlerin, hem maden işçilerinin, hem meyhanelerin acıklı tüllere bürünmüş dünyalarına doğru çevirdiler bakışlarını…

Ama yine de onların gerçek okuyucuları burjuvalardı.

***

Uzay çağı ile işçi sınıfının kol gücünü tarihe gömerek değişen enerji kaynakları ve evlere giren ekranlar; beyinsel lezzet birikiminin dışında, gövdesel lezzetlere doğru odaklandırdı milyonları… “İyi yaşamak” tutkusu kapladı ortalığı…

Beyinsel lezzetler şadırvanının şarıldattığı nükteler, çağrışımlar, şiir dizeleri, fıkralar, insanlığın evrensel bahçelerindeki gezintiler; sisler gerisinde kaldı…

***

Geçenlerde Kuruçeşme’de Boğaz kıyısındaki bir lokantada buluştuk Ara Güler’le…

Boğaz’ın bir rüyalar saltanatına benzeyen, maviler yelpazesinin tümünü kıskandıracak mavilikteki sularından Yahya Kemal’in şiirleri el sallıyor gibiydi…

Kandilli yüzerken uykularda,

Mehtabı sürükledik sularda.

***

Ara’nın, 77’nci yaş günü için seçtiği 77 fotoğrafı arasına da yerleştirdiği ünlü bir fotoğrafı; kendisinin çocuksu gümbürdemeleriyle, derinliklerindeki hüzünlü bir romantizmin arasında yeniden canlanıyordu karşımda…

Kanlıca iskelesinde, birbirine yan dönmüş, açılır kapanır iki boş iskemle ve akşam karanlığında denize vuran ışıklarının güzelliğinde, yeni uzaklaşmaya başlamış bir Şehir Hatları vapuru silueti…

***

Ara, masanın başında; peri kızlarına benzettiğim yakınlarım, Işıl Türkşen’le, Aslı Barış’a, ünlü Sovyet kompozitörü Aram Haçaduryan’la yaşadığı serüveni anlatıyordu.

Haçaduryan, Sovyetler’de müzisyenlere ayrılmış sitedeki blok binalardan birinin 23’üncü katında oturuyor.

Ara da portre çalışmaları yapmak için Haçaduryan’ın evine gitmiş; dairenin ışığı yetersiz olduğu için, bin vatlık özel projektörünü yakmak zorunda kalmış ve projektörün fişini evin prizine takar takmaz da, tüm sitenin elektrik sigortası atmış…

Karanlık bir salonda Rusçadan başka dil bilmeyen Haçaduryan’la, Rusça bilmeyen Ara Güler baş başa kalmışlar… Asansör de çalışmadığı için, Ara göze alamamış 23. kattan ayrılıp merdivenlerden aşağıya inmeyi….

Bir saat, iki saat, üç saat… Karanlıkta karşılıklı sessiz oturan Haçaduryan’la Ara Güler…

Derken karınları acıkmış… Kibrit alevinde buzdolabında yiyecek bir şeyler arama… Birkaç peynir dilimi…

***

Kuruçeşme’deki lokantadan Soğukçeşme’deki Konukevi’nin bahçe lokantasına gittik Ara ve Solmaz’la…

Ara, eski Bizans-Osmanlı karışımı bir İstanbul köşesinin, en anlamlı biçimde bir vizör çerçevesine nasıl oturtulacağı tsunamisindeydi.

Ben, Bizans mimarisinin görkemli sarnıçlarındaki alaturka maskelenmişlikle, Formula 1’de “evrensellik arama” özlemleri arasındaki; beyinsel bir lezzetten yoksunluk çelişkisini düşünüyordum…

***

Beyoğlu’nda akıp giden kızlı erkekli bir gençlik seli ile, oralardaki küçüklü büyüklü café’lerde, cinsel tılsımlı arkadaşlıklar; “gövdesel lezzetler” döneminin, “iyi yaşam”a kancalanmış açlığını düşünüyordu.

***

Gelişen teknolojiler, olanakları yaygınlaştırdıkça; azınlık elitizminin beyinsel lezzetleri kayboluyor; daha sığ kitlelerin gövdesel lezzet özlemleri ön plana çıkıyordu.

***

Bir de, çaresizlik bataklıklarının halk yığınları vardı.

Onlar da Ara Güler’in; soba borusu, iki penceresinin birinden dışarı çıkmış tek katlı bir gecekondu duvarı önünde, bir tabureye 3 çalı süpürgesiyle birlikte oturmuş bıyıklı bir çöpçü portresinde simgeleniyordu…

İlahi Ara Güler, sen çok yaşa e mi…

Yorumlar kapatıldı.