İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Yavaş yavaş dostluk


Ermenistan gençleri, Türkiyeli arkadaşlarının isimlerinin önüne ‘Can’ sıfatını ekleyip seslendi. Ev sahibi gençler de hemen bir buluş yaparak konuklarına ‘Ciger’ diye hitap etti: Can Eda, Can Mehmet, Ciger Edgar, Ciger Gayane…

Antakya’da ‘Gamats Gamats’ (Yavaş Yavaş) adlı etkinliğe katılan 24 üniversiteli, kısa sürede ortak noktaya ulaştı: Halkların geleceği düşmanlıkta değil, dostlukta

MARKAR ESAYAN

Kısa süre evvel ülkemizin gözlerden uzak sayılabilecek bir ilinde, Antakya’da çok önemli bir ilk yaşandı. Helsinki Yurttaşlar Derneği’nin girişimi ile, Gamats Gamats, yani Yavaş Yavaş adlı yaz okulu 9-18 Ağustos tarihleri arasında gerçekleştirildi. Gamats’ın Yavaş demek olduğunu anladınız, ama necedir diye merak ettiyseniz söyleyelim: Ermenice… Yani yine şu Ermeniler…

Daha 90. Nisan fırtınası henüz dinmişken ve Ermenileri bir dahaki dayatmaya kadar rafa kaldırmışken (biliyoruz ki çok fazla sorunumuz, çok az sabrımız var) bu Ermeniler de yine nereden çıktı diye sormayın. Yüzlerce yıllık bir dostluk, bazıları her ne kadar öyle dilese de kolay kolay rafa kaldırılmıyor. Her ne kadar arada hiç arzu etmediğimiz, aklı başında hiç kimsenin tasvip etmeyeceği elim hadiseler yaşanmış olsa da, dostluk ve barış, zeytin ağacı gibi dışı kurudukça içeriden tekrar filizleniyor ve uzaktan çürümüş gibi görünen o ağaç, yaklaştıkça anlaşılıyor ki sürgünlerini için için veriyor ve hâlâ canlı.

Derin boşluk

İşte bu proje de o barış ağacının yeşil, taze sürgünlerinden biriydi… Helsinki Yurttaşlar Derneği’nin Türkiye ve Ermenistan şubeleri, iki ülke arasındaki ilişkilerin normalleşmesinde sivil toplum örgütlerinin devletlerin bıraktığı o derin boşluğu doldurmakta daha aktif olması gerekliliğine inanarak ve titiz bir çalışma göstererek bu yaz okulunu organize etti.

Proje uyarınca Türkiye ve Ermenistan’dan davet edilen 24 üniversite öğrencisi 10 günlük derslere birlikte katıldı. Yaz okulunun düzenlendiği kent olarak Antakya’nın seçilmiş olması kuşkusuz anlamlıydı. Bir zamanlar ülkenin dört bir yanında gündelik yaşamın bir gerçeği olan kozmopolit halk yaşantısı bu kentte hâlâ varlığını sürdürüyordu çünkü. Kentteki tüm din, ırk ve mezhepten halklar son derece uyumlu ve özgürlük içersindeydi. Bunu caddelerde, sokaklarda gezerken rahatlıkla hissedebiliyordunuz.

Kentte adeta bir özgürlük, barış havası hâkimdi. Hani şu özlemini çektiğimiz o toplumsal barış var ya, işte o… Esnafın kendilerinden alışveriş yapan müşterilerini kapılara kadar uğurladığını görünce çocukluğumun İstanbul’unu içim kavrularak şöyle bir andım. Kadınlara ne yiyecekmiş gibi bakan, ne de laf atan vardı. Kent oldukça bakımsız ve düzensiz olsa da, bu özelliği o kadar değerliydi ki, bu buram buram kardeşlik ve tarih kokan kentten ayrılasınız bir türlü gelmiyordu.

Açıkçası, yaz okuluna tam ortasında katılmış olduğumdan, Antakya’ya vardığımda tüm gençler çoktan sıkı fıkı olmuşlardı bile. Lakin arkadaşların söylediğine göre onlar daha İstanbul’da ilk karşılaştıklarından ve Adana’dan Antakya’ya otobüs ile yolculuk ettiklerinden beri zaten böyleymişler. Ermenistanlı gençler Türkiyeli gençlere, isimlerinin önüne Ermenistan’da ileri derecede sevgi ve yakınlık göstergesi sayılan ‘Can’ sıfatını ekleyip seslenirken (Türkçe’deki anlamıyla aynı), Türkiyeli gençler de hemen bir buluş yapıp onlara ‘Ciger’ diye hitap ediyorlardı. Can Eda, Can Mehmet, Ciger Edgar, Ciger Gayane… Ortalıkta canlar cigerler uçuşurken, gençleri yan yana getirmenin bile ne kadar önemli olduğu anlaşılmıştı. Kim bilir ülkelerinden, kentlerinden, köylerinden kalkıp gelirlerken kafalarındaki Ermeni, Türk imgeleri nasıldı? Bizler alışıldık tedirginlikle ne zaman ortam gerilecek diye bekleşirken, onlar -bizimle adeta dalga geçercesine- en hassas konuları dahi Einstein’nın dediği gibi, sorunlu alanın dışına çıkarak soğukkanlılıkla tartışabiliyorlardı.

Zaten şöyle bir karıştıklarında hangisinin Türk, hangisinin Ermeni veya Kürt olduğunu anlamanız da pek mümkün değildi. Onlar bizim gençlerimizdi. Geleceğimizi inşa edecek olan gençlerimiz onlardı ve doğanın kanunu gereği bizden çok daha zeki, çok daha enerjik ve kuşkusuz daha dürüstlerdi.

Amaca ulaşıldı

Zaten bu projenin amacı da buydu. İnsanların, ama her şeyden evvel genç insanların birbirlerini nefret yüklü propaganda araçları marifetiyle değil, bire bir tanıma fırsatı bulmaları… Bunu yaparken onlardan bir şeyleri kabul veya reddetmeleri, kimliklerinden, görüşlerinden feragat etmeleri beklenmedi. Zaten öyle zoraki bir ilişki kurmak hiçbir şeyi değiştirmezdi ve karşı olunan da oydu. Tam da bu yüzden hazırlanan ders programı da oldukça yüzleştirici, anımsatıcı ve belki de riskliydi. Mesela, ‘Milliyetçilik, Tarihi Yapısöküme Uğratmak, Küreselleşme ve Altkimlikler, Öteki ile Karşılaşma, Sivil Toplum Örgütlerinin Rolü ve Önemi, Karşılaştırmalı Edebiyat… Görüldüğü gibi hiç de suya sabuna dokunmayan mevzular değiller. Derslerin yüksek katılımlarla geçmesi bir yana, tartıştıkları mevzu ne olursa olsun grubun ahengi bir an olsun bozulmadı. Sadece bu bile başlı başına büyük bir başarıydı.

Ermenilerin beş büyük bayramından birisi olan Aziz Meryem Ana Yortusu (Surp Asdvazadzin) Ağustos’un 14’ünde Türkiye’nin hâlâ varlığını sürdüren tek Ermeni köyü olan ve Antakya-Samandağ’da bulunan Vakıflıköy’de kutlanacaktı. Meryem Ana’ya adanmış ve aynı ismi taşıyan köy kilisesinin de isim günüydü. Tüm bu rastlantılar yan yana gelir de Türkiye’nin yegâne Ermeni köyünü gençlere göstermemek olur mu diyerek köye bir gezi tertipledik. Arife günü olan cumartesi akşamı şenliklere hep beraber iştirak edildi. İstanbul ve dünyanın dört bir yanından gelen Ermeniler ve köyün yerlileri kilisenin yamacındaki arsayı doldurmuş, aksak ritimli davul ve zurnanın eşliğinde dans etmektelerdi. Kilisenin bahçesinde pişmekte olan haritsa (keşkek) kazanları sabaha kadar kaynayacak ve başında nöbet tutulacaktı…

Köydeki büyülü gece

O gece hepimiz için başka türlü bir gece oldu. İlk defa ziyaret ettiğim bu köy, orada hep beraber paylaştığımız kardeşlik, dinlediğimiz müzikler, yediğimiz keşkek, omuz omuza ettiğimiz danslar, bana her şeyden daha anlamlı, daha yapıcı ve sağaltıcı geldi.

Türk-Ermeni ilişkileri üzerine onlarca, yüzlerce kitap okuyabilir, üretebilir, hatta bu konunun uzmanı bile olabilirsiniz; lakin bir zamanlar Türkler, Ermeniler ve diğer halkların birlikte Anadolu’nun her yöresinde yaşamış oldukları kardeşliği bu köydeki son örneğinde olduğu gibi canlı canlı teneffüs etmezseniz, emin olun çok büyük bir eksiklik olur bu… İşte o zaman insanlar canlılıklarını yitirir, nesneye, maddeye, sayılara dönüşürler. O zaman o sayıları, o nesneleri beyaz kâğıdın üzerinde dilediğiniz gibi oradan oraya sürebilir, olmazsa başka şeyler deneyebilirsiniz. Ama bir dokununca, hele konuşunca, ekmeğini, suyunu ve derdini paylaşınca, insan kolay kolay kıyamıyor dostuna.

O gece ben de bunu öğrendim Vakıflıköy’de: Bilgiler kadar duyguların ve o duyguları göstermenin ne kadar önemli olduğunu öğrendim. İnsanın mutlu mu yoksa kederli mi olduğuna bir türlü karar veremediği garip bir atmosferdi o gece hep beraber soluduğumuz. Yaz okulundaki öğrenciler için de belki en ilginç gün ve geceydi bu bayram ve arifesi. Türkiyeli gençler büyük kentlerde dahi artık karşılaşmadıkları Ermenileri bu kuytu köyde kendilerine hiç de yabancı gelmeyen gelenek ve göreneklerle yaşarken tanımışlar, Ermenistanlı gençler ise, ‘Musa Dağı’nda Kırk Gün’ adlı kitaptan bildikleri bu yörede hâlâ bir Ermeni köyü olduğunu öğrenince oldukça şaşırmışlardı. Vakıflıköy, yaşamın ölüme, kardeşliğin savaşa bir çelmesi gibi, hepimizi birbirimizin üzerine devirmişti kısacası.

Gençler on gün boyunca sadece derslere iştirak etmekle kalmayıp her gün Gamats-Yavaş adında bir gazete de çıkardılar. Gruplara ayrılarak projeler geliştirdiler ve bunları son günkü sunumda harika bir performansla sergilediler. Türkiye ve Ermenistan devletlerinin karşılaştırmalı politik, sosyolojik ve ekonomik analizini yaptılar. Böylelikle iki ülkenin ortak olduğu pek çok nokta tespit edildi. Küçük bir cep sözlüğü hazırlandı. Gençler, yöresel oyunlarını birbirlerine öğreterek birlikte sahnelediler. Çok hoş bir tiyatro oyununu yazıp oynadılar. Beni en çok etkileyen, Ermenistanlı gençlerin son gece yaptıkları sürprizdi. Getirdikleri çok hoş hediyeleri bir piyango ile katılımcılara dağıttılar; getirdikleri yiyecek ve içecekleri elleriyle ikram ettiler.

Sınırdaki küçük ülke

Evet sevgili okuyucular; orada, Kars’tan, Ağrı’dan, Iğdır’dan öteye küçük bir ülke var. Belki hiç tanımadığımız, tanısak bile ya eksik, ya da yanlış bildiğimiz, kendi halinde küçük bir ülke… Belki çoğumuzun düşman bellediği, gündemimize ancak ‘soykırım ve Karabağ sorunları’yla gelen, son on yıllarımızın hep düşmanlık söylemleriyle geçtiği bir garip memleket. Savaşın, depremlerin ve yokluğun vurduğu, tarihi hep sorunlu olmuş bu küçücük ülkenin insanları hiç de tanıdığımız, bildiğimiz gibi değiller.

Ülkelerinde Türkçe neredeyse ikinci dil, semtleri, zorla koparılıp geldikleri memleketlerin isimlerini taşıyor: Malatya, Muş, Erzurum… Karınları aç da olsa, misafirlerine sofra düzüyor, ziyafet veriyorlar, bizim gibi… Son derece gururlular, asla yılmıyorlar güçlüklerden, çabalıyorlar inatla, bizim gibi… Barışmak, tekrar dost olmak için birbirimize benzemeye hacet yok, ama çok benziyoruz, bu da bir gerçek…

Belki de birbirimize bu kadar kızmamızın sebebi, eskiden bu kadar çok yakın, birbirimize bu kadar benziyor olmamız. Her iki halk da belki aynı şeyi hissediyor ve affetmekte bu yüzden zorlanıyor. Biz bu kadar yakındık, bu kadar has dosttuk da, neden böyle oldu diye Türk Ermeni’ye, Ermeni de Türk’e sitem, naz ediyor. Ama Gamats Gamats’da tekrar gördük ki, yan yana gelince ne naz, ne nefret, ne de düşmanlık kalıyor. Yıllardır düşman olmayı öğrendik ve bunu denedik, elimize ne geçti ki? Gamats gamats da olsa yakınlaşmanın zamanı gelmedi mi artık?

Markar Esayan: Agos gazetesi yazarı

Yorumlar kapatıldı.