İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Barış da cesaret işi

Ragıp Zarakolu

Birinci ordu komutanı General Tolon, emeklilik yolunda aydınlara yönelik olarak içini döktü, görüşlerinin de, ‘ordunun görüşü’ olarak altını çizdi. Bunun için ciddiye alınarak üzerinde ayrıntılı olarak yapılacak bir çözümleme, içinde bulunduğumuz sistemin şifrelerine ulaşma olanağı sağlayacaktır.

Aydınlar kendilerine yönelik, bazı ‘derin’ yayın organlarının çirkin dille yaptıkları saldırılardan o kadar muzdarip ki, artık ‘aydın’ olarak adlandırılmak bile istenmiyorlar.

Nefret gelmiş bu ülkede ‘aydın’ olarak hakarete uğramaktan, sözel olarak lince uğramaktan…

Bu ruh hali bana, azınlık diye katagorize edilen cemaatlerimizin, ‘azınlık’ diye anılmaktan rahatsız olmalarını hatırlattı.

80 yılda resmi ideolojinin elinde her gün boks torbası olarak kullanıp, paspas olarak çiğneyeceği yeteri sayıda ‘azınlık’ kalmadığı için, artık dövülüp, üzerine tükürülecek, ayaklar altına alınıp paspas edilecek ‘aydınlarımız’ kaldı elimizde…

Aydınlar yeni kurban adaylarımız…

Aydınlar yeni ‘azınlığımız’…

Aydınlar ‘beşinci kol’…

Aydınlar ‘Son Ermenilerimiz’…

Aydın, ancak resmi ideolojiyi savunursanız edinebileceğiniz bir rütbe…

Eğer resmi ideolojinin kutsallarını savunmuyorsanız, devleti yüceltmiyorsanız, milliyetçiliğin en koyusunu savunmuyorsanız, ancak ‘sözde’ ibaresi ile kullanılacak bir deyim ‘aydın’…

Yani sahte para gibi bir şey…

Gramsci’nin deyimiyle yok öyle ‘organik aydın’ falan mavrası, olacaksan devletin ve kutsal öğretisinin ‘organik’ bir uzvu olacaksın!

Öyle arada falan kıvırtmak yok!

Ya devletinin yanındasın, ya karşısında, yani ‘düşman’, hatta ‘iç düşman’…

Ne demek barış, iç barış istemek?

‘Silah bırakın’ demek de, sinsi bir komplo, ‘taraf’ kabul ettirmek ‘eşkiya’yı… 12 Mart ve 12 Eylül jargonunda yasak kelimeydi ‘gerilla’…

‘Taraf’ maraf derken, Radikal’de Gündüz Aktan da, dünkü yasızında ‘devlet-altı gruba ‘taraf’ denmesinin hukuki ve siyasi hiç bir sonucu yok’ demez mi? Emekli büyükelçimiz, nasıl böyle ‘eşkiya’ ya cesaret verir, ‘taraf’ terimini kullanarak!

Halbuki Türkiye, salt bu nedenle geleneksel savaşları içeren 1. Cenevre Konvansiyonu’nu imzalarken, iç savaşları ve sömürge savaşlarındaki durumları içeren 2. Konvansiyonu imzamlamamıştır. (Eğer son 5 yıl içinde sessiz sedasız onaylanmadı ise…)

Gündüz Aktan ilginç yazısında şöyle bir çözümleme getiriyor, kendi kaderini tayin hakkının uluslararası hukuktaki yerini, neyin terör, neyin işgale ve sömürgeciliğe karşı gerilla savaşı, neyin insan hakları ihlali olduğu tartıştıktan sonra, şöyle bir değerlendirme yapıyor:

‘Bir devlet-altı grubun devletler hukukuna göre şiddete başvurması halinde, ki bu işgal, ırkçı rejim veya sömürge yönetimine karşı olabiliyor, savaş hukukunun kurallarına uyması gerekiyor. Ama ‘sivillerin öldürülmesi ve sivil hedeflere saldırılması’ terör oluyor.’

Tabi, Aktan’ın yazısında ufak bir trik var, uluslararası hukuka göre, ‘sivillere’ yönelik saldırı, ‘savaş suçu’ olarak tanımlanıyor, bütün taraflar açısından…

‘Terör’ daha az hukuki ama daha çok ideolojik bir kavram, içini istediğiniz gibi doldurmak mümkün.

‘Savaş suçu’ işleyen bir tarafı, çıkarınıza göre ‘özgürlük savaşçısı’ ya da ‘terörist’ olarak nitelendirmeniz mümkün.

Örneğin, Afganistan’da kız ve erkek öğrencileri birlikte okuttuğu için öğretmenlerin kafasını testere ile kesen ‘mücahit’ler, ABD tarafından ‘özgürlük savaşçısı’ olarak niteleniyordu.

Şimdi ise ABD işgali altındaki Irak’ta kendini ‘direnişçi’ olarak niteleyenler, ekran karşısında kafa kesiyor. Bunlar, bir kesime göre ‘direnişçi’, öteki kesime göre ‘terörist’…
Bence insani hukukun ‘savaş suçu’ kavramı çok daha net, ve aynı zamanda çözüme olanak sağlıyor, tüm tarafları kapsadığı için…

Bugün Büyükelçi Aktan, 1984-99 yılları arasındaki ‘de facto’ savaşta, insan hakları hukukunun uygulanmasının hata olduğunu, ‘sivil halkın haklarının korunamadığını’ söylüyor. Zaten BM’de görevli iken gayri resmi görüşü de o idi.

Sonuç olarak ‘taraf’ olarak görmeme, muhatap almama takıntısı, sorunu kangren haline getirdi, belki sorunu ‘çürüttü’ ama, ülkenin de ‘çürüdüğü’ gözden kaçtı…

Türkiye, 91 sonrasında Kürtleri dolaylı olarak ‘taraf’ kabul etti, siyaset yolunu açar gibi yaptı, ama açmadı.

Şimdi ‘olmayan’ karşı tarafın ‘inandırıcı’ olmadığından söz ediliyor, (bunda elbette haklılık payı da var), ama hiç kimse devletin ‘inandırıcı’ olmadığından söz etmiyor.

Aydınlar üzerinden ‘gölge boksu’ yapılıyor.

Ve gerçek ve kalıcı bir iç barış (ki bu bölge barışının da anahtarıdır) için 1991 den beri yakalanan altın fırsatlar kaçırılıyor.

Keşke bu kadar ‘dar görüşlü’ olunmasaydı.

Keşke biraz daha ‘cesur’ olunabilseydi…

(Bu tüm taraflar açısından geçerli.)

Keşke Türkiye Cenevre 2. konvansiyonunu kabul etse, çatışmanın bir ‘tarafı’ olsaydı.

O zaman Salvador iç savaşından, Güney Afrika ırkçı rejiminden çıkış nasıl sağlanabildiyse, (ki bunlar bence çok daha zordu), biz de bir sıçrama sağlansa, tüm bir toplum olarak, tüm ‘taraf’lar olarak, gırtlakladaki takılı boğuntular atılıp, Gerçekleri Araştırma Komisyonları aracılığı ile, her ne kadar biçimsel de olsa tarafların tüm günahları tartışılabilse idi. Ama bütün bunlar için savaşmaktan, öldürmekten, şiddete başvurmaktan daha fazla ‘cesarete’ ihtiyaç var…

‘Savaşı’ başlatmak ‘cesaret ister.

Ama bazen ‘savaşı bitirmek’ daha fazla cesaret ve kararlık gerektirebiliyor. Sözüm herkese…

Yorumlar kapatıldı.