İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Patrik

Erdal Güven

Efendi, Türk vatandaşı olduğunu unuttu

FENER Rum Patriği Bartholomeos Efendi, bazen Türk vatandaşı olduğunu unutup Türkiye’yi suçluyor…

– Değerli Patrik Beyefendi, ben nasıl Türk vatandaşıysam, sen de benim gibi bir vatandaşsın. Azınlık olman, senin birtakım avantajların olduğu anlamına gelmez. Her ne kadar AB üyesi ağabeylerin seni bize karşı kışkırtsalar da, sen sıradan bir Türk vatandaşıyla aynı hak ve özgürlüklere sahipsin. Anayasal olarak daha fazlasına alabilmen mümkün değil.

Ben bazen bu ülkede kimin azınlık olduğunu şaşırıyorum. Acaba biz Türkler kendi ülkemizde azınlık durumuna mı düştük? Ben ülkemdeki azınlıklarla beraber yaşamaktan çok memnunum. Hiçbiriyle kişisel bir problemim yok. Azınlıklar arasında çok sevgili arkadaşlarım var. Yahudi, Rum veya Ermeni… Kişi olarak benim için hiç fark etmez, eğer benimle beraber bu ülkede yaşıyorlar, bu ülkenin bir vatandaşı olarak üzerlerine düşeni yapıyorlarsa, benim için her birisi en az benim kadar Türk vatandaşıdır.

Ama bazı grupların bu ülkede kendilerine ayrıcalık istemesine dayanamıyorum. Bunlardan birisi de Fener Rum Patrikhanesi… Yıllardır bu ülkede, bizim içimizde huzur içinde yaşayan Ortodokslar bile, Fener Rum Patrikhanesi’nin bu çıkışlarından rahatsız oluyor. Türkiye laik bir ülkedir. Laiklik sadece Müslüman çoğunluk için değil, tüm diğer dinler için de geçerlidir. Yani Türkiye’de din ve devlet işleri birbirinden ayrılmıştır. Bu nedenle Müslüman din adamları, nasıl devlet işlerine karışamıyorlarsa, diğer dinlerin temsilcileri de devlet işlerine karışamazlar.

Denize girmenin de bir adabı var…

BU ne rezalettir! Adı halk plajı diye, insanlıktan nasibini almamış birkaç kişi, iç çamaşırıyla denize girmeye kalktığı için, halk sahile inemiyor. Belediyenin sadece birkaç oy uğruna açtığı şehir içi halk plajları, insanları çileden çıkarıyor.

Neymiş efendim, bazıları şehrin merkezinden de denize girildiğini herkesin görmesini istedi. Bunun için de nostaljik halk plajları tekrar gündeme geldi. Bir zamanların gözdesi, önce Caddebostan Plajı açıldı. Ardından da Menekşe Plajı… Gerçi Başkan kirli denizden korkunca, Menekşe Plajı’nın açılışı bir başka bahara kaldı, ama neyse… Resmen açılmasa da, beyaz donlu adamlar Menekşe’den de denize girmeye başladılar.

Yahu, hiç iç çamaşırıyla denize girilir mi? Bu ne terbiyesizliktir. Bazıları bunu görgüsüzlük diye nitelendiriyor. Televizyonun bu kadar yaygın olduğu ve her televizyon kanalının saatlerce sahil görüntüsü gösterdiği ülkemizde, denizde ne giyileceğini bilmemek asla mümkün değil. Pahalı deseniz, o da değil. Don alabileceği paraya, bir şort veya sentetik mayo alabilir.

Kirli donuyla denize giren bu adamların tek derdi, iç çamaşırlarını temizlemek. Evet, adamlar hem suya girerek serinliyorlar, hem de kirli donları bir nebze de olsa temizlenmiş oluyor. Sonra da sıradan insanların oradan denize girmesi bekleniyor.

Belediye Başkanı bu plajları açmak istiyorsa, buralara birer zabıta dikip iç çamaşırı ve elbiseyle denize girilmesini de engellemesi gerekiyor. Dün televizyonda gördüm, adamın biri kirli beyaz donuyla denizde yüzerken, bir diğeri gömleği temizlensin diye denize gömleğiyle girmiş. ‘Yok artık, bu kadar da olmaz!’ demeyin, bekleyin görün, daha neler olacak. Eğer önlem alınmazsa, bazıları artık denizde don değiştirip, evdeki kirli donlarını da temizlemeye başlayacaklar.

Sözün arkasında durmak

GAZETECİLİK zor meslektir. Hele hele köşe yazarlığı daha zor… Yazdığınız her şeyin arkasında durmanız gerekmektedir. Bir gün savunduğunuz değerleri, ertesi gün kötülemeye başladığınız gün, okuyucu kaybetmeye başlarsınız. Eğer bir yazar okuyucu kaybetmeye başladıysa, artık sonu yaklaşmış demektir. Hiçbir medya patronu o yazarı tutamaz.

Yazarlar, okurlarıyla var olurlar, patronlarıyla değil. Bir yazar, eğer başka bir gazeteye gidiyorsa, en azından bin adet okurunu da yeni gazetesine götürmelidir. Hele hele transferiyle gazeteye hız vermesi beklenen bir yazar, en az 20 bin okur transfer etmelidir. Ben Türk Basını’nda, okurunu da yeni gazetesine taşıyacak, bir tek yazar bilirim; Emin Çölaşan…

Çölaşan’ı 15 yıldır tanırım, bazen arkadaşlarım bana onun her gün aynı konuları yazmasından şikayetçi olduklarından dem vururlar. O zaman ben de onlara ‘Ne mutlu, demek ki Çölaşan’da henüz bir bozulma yok’ derim, çünkü eğer bir yazar 15 yıl önce savunduğu düşüncelerini her ne olursa olsun bugün bile savunuyorsa, bu eleştirilecek değil aksine takdir edilecek bir davranıştır. Öyle kimin kayığına binersen, onun rüzgarıyla hareket eden yazarlar, ne kadar para kazansalar da, yazarlık hayatları çok kısa sürer. Çünkü yazarın yayın hayatına patron değil, okur karar verir.

Yorumlar kapatıldı.